rankend | Farklı Olmak Emek İster

   
  DARMA TARIHCESI
  DARMA TARIHCESI
 

        Tarih:  26.04.2008 /  Beylikdüzü-İstanbul
                           Darma'nın Tarihçesi
     İletişim fakültelerinde verilen derslerin ilk konusu, uygun bir kanal vasıtasıyla hedef kitleye mesajların aktarılmasıdır.
    Sevilen, saygı duyulan, güvenilen bir kaynağın verdiği mesajlar daha kolay algılanır ve benimsenir. İnsan vardır, söylediği sözlerle büyür. Söz vardır, söyleyen insan yüzünden büyük görünür. Sözler vardır, sahibini ipe gönderir, sözler vardır sahibini yıldızlara yükseltir. Ağızdan çıkana kadar efendisi 
olduğumuz sözler, kimi zaman dünya tarihinin akışını değiştirmiştir. İlk bakışta sahibini tanıdığımız, ya da ilgili olayı gözlerimizin önüne getiren cümleler dizisi, uzun zaman insanlığa yol göstermiştir.
    Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı Finlandiya'nın kültürel ve ekonomik gelişimini izlenimleriyle anlatan nefis bir eserdir. Fin halkı verimsiz topraklara, sert iklime rağmen ülkenin yeniden yapılanması için yılmadan çalışır. Halk, ülkenin önemli tarihi kişiliklerinden ve diğer aydınlar önderliğinde eğitim ve kültür hamlesini toplumsal dönüşüme çeviriyor. Harcanan çaba gerçekten çok etkileyici. Sonunda bataklıklar ülkesi istikrarlı bir ekonomik, siyasal ve kültürel yapıya kavuşur.
    Siteme girip te yazacağınız mesajları hemşehrilerimize iletmenin yollarını arayalım. Binlerce yıllık geçmişi olan bu yerleri ve kültürümüzü gelecek nesillere aktarabilmek için neler yapabiliriz, nasıl yansıtabiliriz
 Darma, benim doğup büyüdüğüm, çocukluğumu ve gençlik yıllarımı geçirdiğim köydür. Darma isminin, Latince hamam yeri demek olan Therma adından geldiğini düşünmekteyim. Ancak bu kelimeyi thermal kelimesi ile karıştırmamak gerekir. Köyümüzde de böyle bir Roma hamam yeri olduğu düşünülürse, bu adın neden verildiği daha iyi anlaşılacaktır.

      Bir konferansta edindiğim bilgiler, köyümüzü de yakından ilgilendirdiği için buraya aktarıyorum. Darma köyü "kirenlik mevkii"nde böyle bir hamam yeri mevcuttur. Romalılar zamanında bu hamamın buraya yapılış nedeninin, Dereli köyü Cenikli mevkiindeki kışlada askerlerin ihtiyacı nedeniyle olduğunu düşünmekteyim. Çünkü burası da bir Roma Lejyon (paralı asker taburu) yeri olmalıdır.
     Konferansı özetleyecek olursak : Roma hamamları oldukça basit bir amaç taşır. Söz konusu yapılar, kullanıcıların spor yapabilmeleri, ter atabilmeleri, sıcak suda yıkanabilmeleri ve masaj yaptırmadan önce güçlendirici bir soğuk su banyosu alabilmeleri için proglamlanmıştır. İşlevin bu basitliğine karşın, belli bazı özellikler taşıyan görkemli bir hamam mimarisi ortaya çıkmıştır. Ayrıca, bölgelere, dönemlere ve ekonomik koşullara göre değişiklik gösteren farklı birçok mimari biçim görülür. Bu çerçevede : İmparatorluğun gelişmesiyle birlikte hamam yapılarının sayısının ve boyutlarının büyümesi; palaestra'ların (=ter atma odalarının) Küçük Asya'da taşıdığı önem ve buna karşılık Batı'da gerilemesi ; çizgisel plandan daha sıkışık bir plana geçiş ; imparatorluk tipi planların taşıdığı anlam ve tarihsel (III.yy. dan başlayarak sıcak alanların daralması gibi) ya da iklime bağlı (Batı'da natatio'nun soğukluğa dahil edilmesi, Suriye'de palaestra'nın bulunmaması, Afrika'da sıcaklığın daraltılması gibi) birkaç olgu incelenecektir. Yapılara bağlı bir takım ekonomik, temsili, kültürel, dinsel ikincil işlevler bu çeşitliliği zenginleştirici bir etmendir. Tedavi merkezi olarak neticelendirebileceğimiz bir dizi özel yapının kaynağı kaplıcalardır. Bunlar, kaplıcaların, özel mimari biçimlerle kendini gösteren (havuzların bolluğu, ısınmanın taşıdığı önem, tedavi ve istihare mekanları) tıbbi ve dinsel işlevlerini almıştır. Bazı hamamlar da, buralarda gerçekleştirilen tedavi etkinliklerinin dinsel önceliğini ortaya koyacak bir biçimde tapınaktan türemiştir.
      Bu konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
      Hamam mimarisi Hellenistik Çağ'da ve İtalya'da da Roma İmparatorluk döneminde önem kazanmıştır. Bilhassa Roma İmparatorluk çağında sayıları artıyor, boyutları büyüyor, şatafatlı, görkemli binalar haline gelmiştir. O dönemde evlerde banyo yoktur. Yıkanma yeri yalnızca hamamlardır. Buralarda bedenlerini çevikleştirmek ve güçlendirmek için eğitim yoluyla vücut hareketleri, yani jimnastikler yapılır. Yıkandıktan sonra da soğuk banyo alınır. Bu yapıların ortak özellikleri planlarındaki farklılıklarıdır. Yapılara yüklenen ikinci işlevler dolaysiyle, planlarda bazı farklılıklar olabilir. Hipokaust (yer altından ısıtma) sisteminde 1-Zemin sütunçeler üzerinde taşınmakta 2-Zeminde bir takım kanallar açılarak sıcaklığın dolaştırılması 3- İki sistemin bir arada olması.
      Soğuk ya da sıcak su havuzları da hamam mimarlığında devamlı görülen unsurlardır. Bu yapıların su ve ateşe dayanıklı olması ve geniş grupları barındırması gerekir. Pompei örneği. İmparatorluk başlangıcında mekanlar önce çok dar, sonra genişler. Terleme odası palestra, her hamamda bulunmayan bir mekandır. 
      Jimnazyum : İlk başta bu binalar Yunan palestrasının etrafında kümeleniyor. Yani başlangıçta Roma hamamları Yunan palestralarına benziyor. Delos palestrası. İdman için bir avlu, avlu etrafında çeşitli odalar (güneşleme odaları gibi) . Delos palestrası gelişmiş bir örnektir. M.Ö. 4.yy. Diğer bir örnek Eritrai palestrası.
      Pompei'deki

en eski hamam örneğinde sağda sıcaklık salonu. Kadınlar için ayrı olarak ikişer tane yapılmış. M.S. 2. yy da Roma yakınındaki Ostia'dan bir örnek. Palestralar batıda giderek önemlerini yitiriyorlar. Anadolu ve Afrika'da ise önemlerini sürdürüyorlar. İmparator Trayanos, Küçük Yunanlıların palestraları çok sevdiklerini söyler. Jimnazyum kültürünün süregelmesinin Anadolu'daki devamı. Yazıtlardan bir takım kurumların devam ettiğini öğreniyoruz. Zeytinyağı hibe edildiği, olimpiyatların devam ettiği, efebos kulüplerini ve bunların yaşlandıktan sonra neos kulüpleri olarak varlıklarını devam ettirdiklerini anlıyoruz. Palestralı hamam binalarını Anadolu'da da görüyoruz. Tuvaletleri batıda, Galya, Mançestır, Almanya ve Fransa'dan örneklerden tanıyoruz. 
      Palestralar yok olsa bile planları görülüyor. Vestiyer, trigidaryum, tepidaryum, kaldaryumlar tesbit edilebiliyor. 2.yy.da palestranın ortadan kalkmasıyla daha karmaşık planlar ortaya çıkıyor. Yeni plan tipinin özelliği daha toplu, daha kare bir plan oluşturmakta. Kentsel dokuya daha uyum sağlanmıştır.
      İtalya'dan bir örnekte görüldüğü gibi ; bu şema kentlerin zenginliğine göre zenginleşiyor. 
      Uzun mekanlar belki bazilika-terma olabilir. Afrika ve Anadolu'da kışlık hamamlar da yapılmıştır. Kışlık hamamlar daha dar, mekanı ısıtmak daha kolay olsun diye. 
      Ayrı bir dizi de İmparatorluk hamamlarıdır : Başkent imajı veren bu yapılar bazı kentlerde taklit ediliyor. İmparatorun yüceltilmesi gaye ediliyor. Hamam mimarisinde tarihi ve ekonomik koşulların nasıl etkili olduğunu anlamak da mümkündür. M.S. 4. 6. yy. dan sonra kentler fakirleşiyor. Kırsal kesimde ise daha ihtişamlı konutlar yapılıyor. Fazla yakıt alınamadığından iki kaldaryumdan biri kaldırılıyor. Yeni yapılar daha küçük yapılıyor. Daha az su harcansın diye. Ekonomik yaşamın kentlerden kırsal kesime geçmesiyle büyük yapılar kırsala taşınıyor. Böylece ihtişamlı yapılar ve hamamlar da kırsalda yapılmaya başlanıyor. Anadolu gibi güneşli yerlerde yapılar bu binaların içine alınıyor. Türkiye'de insanlar kızgın güneş altında idman yapmıyorlar. 
      Kuzey Avrupa gibi soğuk yerlerde kaldaryumlar daha geniştir. Askeri kamp hamamlarında mutlaka palestra oluyor. Askerlerin jimnastik yapması için, hamam planlarını zenginleştiren yan işlevler nedir? Yan dükkanlar hamam sahibine ek bir gelir sağlıyor. Toplumun tüm kesimleri hamamları kullanıyor. Ama iş adamları ve buralarda toplanıp konuşuyorlardı. Dolaysıyla hamamların kültürel işlevleri de vardı. Kitaplıkları vardı. Konferans, sergiler, oyunlar sergileniyordu. Dernek lokali (mesleki ya da dinsel) olarak da bu hamamlar kullanılıyordu. Daha ender olarak dinsel bir işlev de taşıyorlardı. Görülen iki apsisli bir mekanda imparator adağı bulunmuştur. 
      Bu hamamlar bir arınma yeri idi. Rahipler kurban töreninden önce burada arınıyorlardı. Anadolu hamamlarındaki imparator kültüne ait odalardan da bahsedebiliriz. Afrodisiyas, Sardis v.s. Su kültü çok önemli. Antik çağda kaynaklar kutsaldır. Miletos nimfeum'unda (=çeşme) olduğu gibi. İspanya'dan bir örnekte ise normal hamama ek olarak bir nimfeum vardır. Nike heykelleri ve buna adanmış yazıtlar mevcuttur. Nimfa kültü, hamama gelen suyun mineralli olması ile daha çok önem kazanır. 
      İngiltere'de bir yerleşme merkezinde tapınak, yanında hamam. Doğal sıcak su merkezlerindeki hamamlar tedavi amaçlıdır. Antik çağ tıbbının bazı reçeteleri bu hamamlarda uygulanmaktadır. 
      Kaplıcaların çok uzağında, bu kaplıcaları taklit eden hamam yapılarına da rastlayabiliyoruz. Bu yapılarda iki büyük mekan ve bu iki büyük mekanı alttan ısıtmalı iki büyük havuz görülmektedir. İyileşen hastalar bu yapılara çeşitli adaklar adamaktadırlar. Heykelcikler (Apollon olabilir), dört gözbebeği olan heykel, bir katarakt ameliyatını ima ediyor olabilir. Hamamlar içinde tapınak da olabilir. Bazen de hamam tapınağa çevrilebilir. Galya'da tapınak-hamam-tiyatro tek bir çevre duvarı içinde kutsal bir alan teşkil etmiştir. Tanrı Best'e benzeyen Priyapos heykeli bu hamam adakları arasında yer almaktadır. 
      Başlangıçta su ile ilişkin tapınmalara ait tapınaklar mevcut idi. Yunanistan'da Aigos'ta aynı durum var. Burada kesin bir işlevi belli olmayan dört tane salon var. Burası eski bir Serapis tapınağı. Avlunun içine sonradan bir hamam inşaa edilmiş. Tanrıça Krizerevant heykeli başı buluntular arasında. Su kültünün bir hamamla devamını görmekteyiz. Bu hamamların doktorları var. Ayrıca askeri kışlalarda da tedavi yerleri var. Çünkü buralarda tıp aletleri ele geçmiştir. 
      Romalılar nereye bir hamam inşa ettilerse oranın adını Therma koymuşlardır. Köyümüzde de o dönemden kalma bir hamam yeri, içinde kendi tarlamızın da bulunduğu, "kirenlik mevkii"nde bulunmaktadır. Yıllar önce babam bu tarlayı kara sabanla sürerken bana bu tarlada bir hamam yeri olduğunu söylerdi. Bizans dönemine ait iri taban tuğlalarının yanında, kül yığınları ve bombeli çatı kiremitleri dahi bugün bu tarla yüzeyinde görülmektedir. Bu tarlanın içinden 1990 lı yıllarda kanalizasyon boruları geçirildi. O yıllarda, kendi tarlamız başta olmak üzere bu alanda çok dolaştım. Ortaya çıkarılan bizans dönemi çanak-çömlek parçalarının daha önceki tecrübelerime dayanarak 7. veya 8. yüzyıl Bizans Dönemi'ne ait olacağını düşündüm. Hatta yoğun cam şişe parçaları da mevcuttu. 
    Bu alanın batısında yol içinde çok büyük bir duvar parçasını 1978 yılında Öğretmen Bahattin Görgü bana gösterdi. Her ne kadar bu alanda greyderler yol düzeltme çalışması yapsalar da bu sağlam taş duvar temellerini yerinden oynatamadılar. Bu duvarların, bu alandaki yapıları çevreleyen bir sur duvarı olabileceğini düşünmekteyim. Bu alan içinde kalan "karacevizin önü mevkii" nde 1968 yılında Ahmet Önder'in (yelken dayı) bulduğu üzerinde disk atan sporcu resminin kazınarak işlendiği taş levhayı, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Prof.Dr.Kılıç Kökten'in odasındaki raflara yerleştirdik. Hani yukardaki konferans metninde yazmıyormuydu, Romalılar hamamlarını genellikle eski Grek palestralarının veya jimnazyumlarının bulunduğu alanlara yapmıştır diye. Bu disk atan sporcu betimli levhanın Grek dönemine ait olduğunu  düşünmekteyim.
     Köyümüzün ismiyle ilgili ikinci bir görüş : Belki de, Mimar Sinan Üniversitesi'ndeki bir Bizantolog olan Haluk beğ'in de dediği gibi Latince therma kelimesi şifalı, kutsal su anlamına da geldiğinden, camimiz önündeki su kuyusunun çıkrık taşı üzerindeki, sonradan kazınmış olan ancak dikkatle bakıldığında farkedilebilen Bizans haçına bakarak, bu isim verildiği akla gelebilir. Adı geçen öğretim üyesi bu kuyu taşına haç resmi işlemenin başka bir izahı olamaz diyor. Her ne kadar tarihçi ve eski para uzmanı Oğuz Tekin, Bizanslılar hçı her yere işliyorlardı dese de. Bu taş bugün hala camimizin bahçe kapısının girişinde, batı kenarda durmaktadır. Daha önce bu alanda mevcut su kuyusu ağzının her iki tarafına konarak, üzerine kuyu çıkrığı yerleştirilmiş idi. Ancak diğer taş duvar ustası Selahattin Çetin tarafından parçalanarak, caminin çevresindeki ihata duvarı içine atılmıştır. Bu su kuyusunun olduğu yere 1970 li yıllarda cami tuvaleti inşaa edilmiştir. Ancak su kuyusunu hatırlayanlar hala köyümüzde mevcuttur. Yani bu taşlar burada in-sitü durumunda bir başka deyişle orijinal yerinde bulunmaktadırlar.Çünkü su kuyularının taşlarında haç mevcut ise o kuyuda ki suyun kutsal su olduğuna inanılmaktadır. Romalılardan önce, Amasyalı seyyah ve coğrafyacı Strabon'un Geografica adlı eserinde ki haritada Cenüklü mevki üzerinde "kolea" adı yazılmıştır. Bu Grekçe "kirazlık" anlamına gelmektedir.Belki de "bir dalda iki kiraz, birin al birin beyaz..."halk türküsünün köyümüzde fazlaca söylenmesinin bir sebebi de bu olmalı diye düşünmekteyim. Aynı Kolea adı İzmir yakınlarında bulunmaktayken, bugün Kiraz olarak anılmakta ve İlçe'ye dönüşmüştür. Şu anda köyümüzden Ali Osman Dülger burada polis memurluğu yapmaktadır. Demek ki Romalılar bu yöreye gelinceye kadar köyümüzün adı, Hellenistik Dönem'de Kolea yani kirazlık olarak adlandırılıyordu. Romalılar buralara gelip yerleştikten sonra "kirenlik mevkiine" hamam inşa edilince adı therma yani hamam yeri olarak adlandırıldı. Bu kelime Türklerin dilinde Tarma veya Darma'ya dönüştü. Gerçi hamam yeri anlamında Romalıların kurmuş olduğu şehirlerden bugün için dünyada çoktur. Terme, Drama, v.s. hep bu kelimeden türemiş yer adlarıdır. 1530 tarihli Tahrir Defteri'nde ise köyümüzün adı Daruma olarak geçmektedir.
    Hititler zamanında ki adının da Palalke olduğunu İzmir'li avukat ve yazar, Bilge Umar'ın "Tarihsel Yer Adları" isimli eserinden öğreniyoruz. Ancak burada ki Pala ekinin Hititler zamanında yaşayan Pala kavmi ile ilgili olabileceği belirtilmektedir. Ben bu Palalke şehrinin, bugünkü "suyun gözü" mevkiindeki etrafı taş duvarlarla yani surlarla çevrili kale şehir yani akropol olma ihtimalini de düşünmekteyim. Ancak bu alanda bilimsel kazılar yapılarak destekleyici başka kanıtların da ortaya çıkması gerekir. Belki de ovadaki şehrin devamı bu kale yani akropol idi.
    18.4.2008 tarihli bir gazetede, Türkiye'nin Brezilya'dan kiraz ithal ettiği haberini okuyunca, acaba neden bu bölgede kirazcılık geliştirilmiyor diye düşündüm. En güzel kirazlar bir zamanlar buralarda yetişirdi. Bizim yörelerde Darma kirazı eskiden beri çok ünlüdür
    2008 yılı ekim ayında köyümüzde yeni bir ürünün ekimine başlandı. Adı kanola bitkisi. Nisan ayından itibaren sarı-beyaz çiçekleri açmaya başlayacakmış. 60 cm.kadar uzayabiliyormuş.Bu bitkinin biçer-döğeri hususiymiş.Yani buğday biçer-döğeri değilmiş.Onun eleklerinin değişmesi gerekiyormuş.İstanbul Beylikdüzü'nde İkinci Bahar Çayevinde Keşanlı bir arkadaş anlatıyor. Lüleburgaz,Edirne, Gelibolu civarında bu bitki bol miktarda ekilirmiş. 5 dönümden aşağıya izin yokmuş.Lüleburgaz'da bir arkadaşı 6 dönüm ekmiş. Arı kovanlarını bu tarlaya taşımışlar. Bu kanola iyi bir bal bitkisi imiş. Kanoladan yağ elde edilirmiş. Mayıs sonu veya haziran ayında biçilirmiş. Kış ve bahar yağmurları ekilince yeterli oluyormuş. Bu yüzden kırsal alanlara da ekilebiliyormuş. Kanola yağı kızartmalarda koku yaparmış. O yüzden kullanışsızmış. Yemeklerde çok yararlı olduğunu doktorlar da söylüyorlarmış. Ürümü hasattan sonra tüccar tarafından teslim alınırmış. Tüccarlar önceden ücretini taahhüt ederlermiş. Bu bitkiye benzer diğer bir bitki de Tekirdağ taraflarında ekilen Lapiska bitkisiymiş.  Bu kanola benzeri bir bitki Elazığ taraflarında da kendiliğinden yetişiyormuş, zaten bizim yörelerde de çiçek açınca herkes onu tanıyabilecek miş. Belki de bizim oralarda da kendiliğinden yetişen bir bitki ama belki adı başka olabilir. Dingil dana bitkisi benim aklıma gelmekte.
    Atatürk'ün 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıktıktan sonra, Amasya Tamimi'ni yazdığı 12 Haziran günü her yıl yapılan festivallerden birinde yöremiz kirazının birinci olduğunu hatırlıyorum. Ancak kaybolan kiraz ağaçlarının yerine yenileri dikilmediği için bu kirazcılık önemli bir gelir kaynağı olamadı. Zaten köyümüzde kiraz adıyla anılan bir çok mevki adı bulunmaktadır. Kiraz köprü, kara kiraz mevkii, sadırloğuk (=kirazlık). Sadır kelimesinin sıdar yani eski Arapça kiraz anlamına geldiğini yazar Burhan Toprak, Anadolu Uygarlıkları kitabında. Hatta yazar bu kelimenin sırat olarak da değiştirilerek, öbür dünyadaki köprünün kiraz ağacından olduğu ima edilmiştir diye yazmaktadır.
    Son yıllarda çoğalan vişnecilik ümit vericidir. Hatta orman içindeki yabani kirazların, 1990 lı yıllarda köyümüz İlköğretim Okulu'ndaki öğretmenler tarafından öğrencilere aşılatılması dikkate şayandır.
     Mustafa Kuşen, "Vitamin ve mineral deposu olan meyvelerin faydalarını sayarken, yaz aylarının vazgeçilmez meyvelerinden biri olan kiraz, güçlü bir ağrı kesicidir. 20 adet kirazda 12-25 miligram arası antosiyanin maddesi bulunuyor ve bu maddenin ağrı kesici etkisi aspirinden on kat daha fazla. Afyonkarahisar Özel Fuar Hastanesi dahiliye uzmanı Dr. Mustafa Şahin, vücudun başlıca düşmanı olan kolesterolün hiçbir meyvede bulunmadığını söylüyor. Dr. Şahin, meyvelerin doğal şeker içerdiğini, ne kadar çok meyve tüketilirse beyindeki sinir hücrelerinin de o kadar geliştiği ve meyve yemenin hafızayı canlandırdığını belirtiyor. Meyvelerin mükemmel lif kaynağı olduğunun altını çizen Şahin, vitamin ve mineral açısından çok zengin olan meyvelerin kalorilerinin az olduğunu ve kilo aldırmadığını ifade ediyor. Kolesterolü ve kan şekerini düşüren kirazın, kabızlığı da giderdiğini vurgulayan Şahin, kirazda bulunan flavanoidlerin vücuttaki zehiri temizlediğini ve antioksidan etki yaptığını kaydetti. Kirazın nikotinin vücuttan atılmasına yardımcı olduğunu bildiren Şahin, böbreklerin taş ve kum yapmasını önler ve varsa zamanla döker. Safra kesesi taşının dökülmesine de yardımcı olur. Ayrıca yüzde oluşan sivilcelerin giderilmesini sağlamaktadır" diye yazmıştır. Kirazın en iyisi Darma'dadır.
    1963 yılına kadar köyümüz Darma ismiyle anılmaktayken, bu tarihten sonra yabancı olan yer adlarının Türkçeye çevrilmesi gerekçe gösterilerek 2000 yıllık köyümüzün adı Ballıca olarak değiştirilmiştir. Osmanlı Devleti zamanında bile orijinal yer adları değiştirilmemiştir. Onları kendi dil yapısına uyarlamıştır. İstanbul adı dahi yabancı kökenlidir. Anadolu, Trakya, İzmir, Edirne, Bursa, Manisa, Antalya, Ankara, Sivas, Kayseri, Malatya, Konya, Amasya, Trabzon, Tirebolu, Gelibolu v.s. birçok yer adı yabancı kökenlidir. Yani bu yer adlarını değiştirince başımız göğe mi erdi ? Halk yine orijinal isimleri kullanıyor. Bu isim değiştirmenin ne faydası görüldü, daha çok zararı görülmedi mi ? Bu Ballıca ismini çok hayretle karşıladık. Çünkü köyümüzde balcılıkla ilgili hiçbir faaliyet bulunmamaktadır. Sadece yıllar önce babamın amcasının oğlu rahmetli Kazım Önder'in arı kovanları mevcuttu. Hatta bitişiğindeki Cafer amcamın da zamanında arıcılık yaptığı evinin bodrumundaki malzemelerden anlaşılmaktadır. O malzemelerden birini, yani petekten bal alınırken veya peteği ilaçlarken arıları kovalamak için kullanılan tütsü aletini amcamın oğlu Ahmet 2005 yılı yaz aylarında bana hediye etti. Ben de köydeki evimin garajında duvara asarak bu tütsü aletini sergiliyorum. 
    Darma çok yiğitler yetiştirmiştir. Bunlardan biri de İstiklal  Savaşı Gazisi Hasan Çetin'dir. Hacı Emin Söyler'in babası Hasan Çavuşun ise yiğitliğini Hasan Çetin'den dinlemek lazım: "Biz ne kadar savaşsak da Hasan Çavuşgil kadar savaşamadık" diye anlatırdı Haymana Dayı.
    Kaya Efendi dedemin babası büyük Davut dedemin  su değirmenine ait dökme demirden iki adet, biri büyük diğeri daha küçük baltacık veya yöresel adıyla germücek denilen aletleri de gururla muhafaza etmekteyim. Davut dedemin kardeşlerinden biri de Büyük Hacı Efendi (Naci). Onun oğlu Küçük Hacı Efendi (Hüseyin Önder), en son annemin annesi ve kendisinin de amcasının kızı olan  Hatice'den sonraki üçüncü eşi Çerkez idi. "Kız sen geldin Çerkeş'ten/pek güzelsin herkesten/farkın yoktur billahi/lapiska saçlı Çerkez'den" türküsünü sık sık söylerdi. Erbaa'nın İverönü köyü çerkezlerinden. Çerkezlerdeki bu açık renkli saç, Got kavmine dayanırmış. 
     Ayrıca öküzlerle çift veya harman sürerken, kağnı koşulurken takılan hayvan derisinden (=gön) kayişlik. İşte tarihte Mekadonya kralı Büyük İskender bugünkü Polatlı sınırları içinde bulunan Frigyalıların başkenti Gordion'a uğrayınca, kördüğüm şeklindeki bu öküz kayişliğini çözmeye çalışan insanlara rastlar. Düğümü çözen ödülü kazanacaktır. Büyük İskender belindeki kılıcı çekip kayişliği keserek düğümü çözer ve ödülü alır. Çünkü bu kayişliklere öyle bir kördüğüm atılır ki, gön kuruyunca zaten bu düğümün çözülmesi mümkün değildir. Onun için bazen "kayiş attı" derler. Yani öküz bu kayişten kurtulmak için çırpınır, hiçbir zaman bu esnada kayiş çözülemez, ancak öküzün boynundaki zelve (boynu kavrayan kavisli iki çubuk) çözülerek öküz boyunduruktan kurtulabilir. Malesef bu kayişliği takmak için boyunduruk ele geçiremedim. Toprağı işlemeye ve üretmeye çalışan halkımızın kullandığı Hitit sabanının boyunduruğu ise daha farklıdır ve uzun olur. Ancak Ömer dayının Osman'ın Ahmet de bir adet boyunduruk, garajında mevcutmuş. Ya sen bana bu boyunduruğu hediye et, kayişliği takayım, ya da ben kayişliği sana hediye edeyim, boyunduruk kayişliksiz kalmasın diyeceğim. Çünkü bunlar birbirini tamamlamaktadır. Boyundurukta koşulu öküzleri sürebilmek için de övendere'ye ihtiyaç vardır. Övendere'ye massa dendiğini de Tunceli Çemiçgezek'te doğmuş ancak sonradan Elazığ'a göç edip orada büyümüş Durmuş amcadan öğrendim. Dikkat ederseniz burada Çemişkezek yazmadım. Şehrin adı çemiç=dut kurusu, sonundaki kelimede kezek değil gezek yani dut kurusu yeyip gezek= gezelim anlamında iki kelimeden ibaretmiş. Çemiç yiyelim ve gezelim cümlesi şehre adını vermiş. Dut ağacında kurumuş duta çemiçleşmiş derlermiş. Durmuş amca aslen Zeranikli yani şimdiki Ovacık İlçesinden imiş. Pertek, Nazimiye, Hozat civarını da çok iyi biliyor. Amasya yöresinde övenderenin ucuna sivri uçlu bir çivi yani mudul yerleştirilir. Elazığ ve Tunceli yöresinde de buna modul diyorlarmış. Aynı sözün değişik söylenişi. Övenderenin diğer ucuna da bizim yörelerde cemek denilen bir metal alet takılır ki saban demirinin üzerinde yapışan çamurları temizlemek te kullanılır. Durmuş amca da bu alete haznavuç demektedir.Kilim dokurken kullanılan gergef.Bağcılık köyümüzde eskiden çok yaygın idi. Çocukluğumda çoğu insanın üzüm bağları oluşturmak için bağ yardıklarını hatırlıyorum. Bir çırpıda bu bağlardan en az 50 kadarını sayabilirim. Bağ bozumu günleri çok şatafatlı olurdu. Şarap Tanrısı Dionysos'un bağ bozumu şenliklerinin izleri buralara kadar ulaşmış olmalı. Dionysos, 12 Olympos tanrısından biri olan Zeus ile Tanrıça Semele'nin oğlu olarak yunan mitolojisinde bilinir. Dionysos, şarabın sadece sarhoş ediciliğini değil, sosyal ve faydalı etkilerini de temsil eder. Bacchus olarak da bilinen Dionysos'un Hıristiyanlığı doğrudan etkilediği iddia edilir. 
    İlk çağda yaşamış olan İzmirli ozan Homeros ile Bodrumlu tarihçi Herodot Akdenizden "şarap renkli deniz" diye övgüyle söz ederler. İlk Çağdan beri şarap çok önemli bir içecek maddesidir.
   1981 yılında Amasya Müzesinde araştırmacı olarak görevliyken bir hafta sonu köyümü ziyarete gitmiştim. En güzel gezinti yerlerinden biri olan Hatiboğlu Değirmenine doğru arkadaşlarla gezintiye çıkmıştık. Söğüt ağaçlarının boy verdiği çay kıyısında gezinti yapmak hala da köyümüz sakinleri tarafından sevilir. Çünkü bu değirmeni geçtikten sonra yaz mevsiminde güneşin yakıcı sıcağından kurtulup, taşkınçay köprüsünde suyun çağıltısını duymak ve yolun her iki tarafındaki ağaçların gölgesinde, bilhassa yaz sıcaklarında yürüyüş yapmanın tadına doyulmaz. Benim bacanağımın babası Hüseyin Saçıkara nişan için köye geldiklerinde, kayınpederimle beraber bu yolda yürüyüş yaparken "işte cennet dedikleri böyle bir yer olmalı" diye söylemiş. 
    Burada bir fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim. Bir karı-koca trafik kazasında vefat ederler. Öbür dünyaya vardıklarında bir görevli yanlarına yaklaşır. Sizler dünyada çok hayır işlemişsiniz, işte şu ırmak kenarındaki villa sizlere tahsis edildi, ben de size yardımcı olmak üzere görevlendirildim. Şuradaki düğmeye basarsanız ben anında sizin hizmetinize koşarım demiş. O zaman adam, yanındaki hanımına dönüp "gördün mü hanım benim buraya gelmemi bugüne kadar sen geçiktirdin.Sigara içirmedin, içki içirmedin, spor yaptırdın, kalp, tansiyon ilaçları aldırarak buraya gelmemi geciktirdin" diye hanımına serzenişte bulunmuş. İşte bizim Taşkınçay köprüsünün olduğu yer de buna benzer bir yer. 
     Bir zamanlar çocukluğumda bizim köyde Hasan hafız adında Laz bir imam vardı. Davut ağabeyimgil ve onun akranları camimizin kuran kursu odasında bu hocadan kurs görürken böyle rahleler üzerinde kuran-ı kerim okurlardı. Ben hep onlara gıpta ile bakardım. Zaten her iki ağabeyim de Hasan Hafız'ın rahle-i tedrisinden geçmiştir. Yıllar sonra ben de 1960 lı yıllarda köyümüzün hocası Abdullah Dülger'den akranlarımla beraber bu odada kuran kursu görmeye başlamıştım. Epeyi bir namaz suresi ezberledikten sonra elif cüzüne geçmek istedim. Ancak hoca "sen yeni okumaya gidiyorsun, sana lazım olmaz " deyip benim elif cüzüne geçmeme engel oldu. Halbuki Üniversitenin arkeoloji bölümünden mezun olup müzelere atamam yapılınca en çok ihtiyaç duyduğum şeylerden biri Arapça oldu. Çünkü müzelerdeki el yazma kitaplar, bilhassa mezar taşları hep Arap harfleriyle yazılı idi. Bu eserleri envanter defterlerine kaydederken çoğu zaman Arapça bilen arkadaşları arıyordum. Bazen de dışardan insanların yardımına ihtiyaç duyuyordum. Bir ara Van Müzesinde ki görevim esnasında Arapça öğrenmeye başladım. Epeyi de ilerletmiştim. Sonra peşini bıraktım. Şimdi ancak Arapça rakamları tanıyabiliyorum. Bu da hiç olmazsa tarihleme yapmamda işe yarıyor.Hatta Amasya Müzesinde görevliyken babam yanıma uğradığında bu el yazma kitapları ona okutup yardımını alıyordum. Çoğu zaman da yazılarını okuyamadan sadece kitabın veya taşın şekil ve süslemelri ile ölçülerini kaydetmekle yetiniyordum. Tabii böyle bir envanter kaydı sağlıklı olmuyordu. Bu durumu 2005 yılı yaz aylarında emekli olduktan sonra uğradığım köyümde, tesadüfen Taşova minibüsünde rastladığım hoca Abdullah Dülger'e açtım. Zaten oğlu Yunus dolmuşçuluk yapıyor, babası ile birlikte şoförün yanında otururken sitemli bir şekilde anlattım. Aniden o da bana öfkelendi, suçlandığını anladı. "Ben ne bilecektim senin ileride müzelerde çalışacağını" dedi. Yukarda anlatmaya çalıştıklarım, köydeki evimde muhafaza ettiğim ev aletlerinden bir kısmıdır.
    Şecere : Arapça bir kelimedir. Hayat Büyük Türk Sözlüğü'nde, bir tek ağaç anlamına gelmektedir. Ayrıca, bir sülale ve hanedanın kurucudan başlayarak üyelerini aşağıya doğru gösteren dallı budaklı bir ağaç şeklinde, silsile, silsilename: Örneğin; Şecere-i Al-i Osman diye kullanıldığı gibi. Soyağacı veya hayat ağacı olarak kullanıldığı da olur. Hanedan olarak da kullananlar vardır. Fransızca jenerasyon demektir.
    Burada  ben de soyağacımı yapmak istiyorum. Ancak benden önce sülalemizin soyağacını büyük amcam Gülağa Önder'in oğlu, emekli öğretmen ve şu anda en büyüğümüz olan Mehmet Önder çizmiş idi. Kendisine sonsuz saygı beslediğimiz Mehmet abeyimin yapmış olduğu bu soyağacına ben sonradan epeyi ilaveler yaptım. Ancak bende ki bu tek nüshaya yazdığım için biraz karışık oldu. Elimdeki, ben ilaveler yapmadan önceki ikinci nüshayı, babam Hüseyin Önder'in ablası Rabia'nın torunu Hüsnü (kimliğinde Taner yazar) Caba'nın oğlu Ziya'ya  1994 yılında vermiştim. O yüzden yıllar sonra babasının eczahanesinde karşılaştığımızda, bana şeceremizi veren amca siz değilmisiniz demişti. Demek ki verdiğim bu kağıdın değerini çok iyi kavramış diye düşünmüştüm. Anadolu Lisesinden mezun olan Ziya, İstanbul Teknik Üniversitesi, Makina Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra doktora yapmak üzere Almanya'nın Bochum Üniversitesine burslu olarak gitti.
    Soyağacım, Ordu İli'nin Perşembe İlçesine bağlı, Karadeniz sahilindeki Çaka köyünden, başının bir belaya girmesiyle ayrılan Salih isminde biriyle başlıyor. Sarı molla diye bilinen bu zatın, o zaman ki köyümüzün adı olan Darma'ya yerleşmesi 19.yüzyılın başlarına rastlıyor. Yani 1800 lü yıllara. Türkiye Cumhuriyeti Mernis, yani Merkeze Dayalı Nüfus Tesbit Sistemine geçtikten sonra, nüfus müdürlükleri, istekte bulunana ücretsiz bu şecereyi veriyor diye duymuştum. O yüzden 2006 yılı ağustos ayında köyüme gittiğimde, bir gün Taşova Nüfus Müdürlüğü'ne  yolum düşünce bu belgeyi isteyip ben de aldım. Yalnız o günlerde memurlar bu işi pek bilmiyorlardı. Biraz detaylı anlatmam gerekli oldu. Bir başka tecrübeli memur dediğimi anlayınca, istekte bulunduğum memura tarif ederek bu belgeyi bilgisayardan çıkararak bana verebildiler. Hiçbir ücreti de yok dediler. Tabii nüfus müdürlüğümüzün bu çalışmasını takdir etmiştim. Bu yazımı okuyan herkese de eğer şimdiye kadar böyle bir belge edinememişse, edinmesini tavsiye ederim. Bu belge, dedem Kaya Önder ile başlıyor. Ancak dedemin babası Davut, annesi Safiye bu belgeye işlenmiş. Dedem 1872 doğumlu olarak işlenmiş. Eşi Fatma da 1880'de doğmuş. Dereli köyünden Seçkin Üstüntaş'la internette sohbet ederken, bir an evvel bu soyağacımın web siteme yazılmasını benden bir kaç kere istedi. Çünkü kendisi de uzaktan da olsa akrabamdır. Yani soyağacımın Dereli kolundan. 
    Darma köyü 1953 yılına kadar Tokat İli'ne bağlı. 1948 yılında Taşova İlçe olduğu zaman 1953 e kadar Tokat'a bağlı bir İlçe imiş. 1953 yılında Tokat'tan alınarak Amasya İli'ne bağlanmış. 1948 yılına kadar Tokat İli Erbaa İlçesi'ne bağlı. Zaten o yıllardan önce doğan köyümüz insanlarının doğum yeri hanesinde Erbaa yazmaktadır. Şu anda önümde babamın eski nüfus cüzdanı bulunmaktadır. Aslında bu nüfus cüzdanını zayi ettiğini zannederek yenisini çıkartmıştı. Ancak 1984 yılında vefatı üzerine bu kimlik muhtarlıkça teslim alındığından, eski nüfus cüzdanı bulununca, o yıllarda hayatta olan annem Zeynep Önder bunu bana teslim etti. Annemin ismini herkes Hacıhatun olarak bilir. Halbuki annemin nüfus cüzdanında ki adı, büyük Hacı Efendi Dedemin eşi Zeynep Hatun'un adıdır. Zeynep Hatun, köyümüzdeki Musa Beyoğulları sülalesindendir. Büyük dedem köyümüzde imam iken, kuran kursu verdiği öğrencileri vardır. Henüz kendisi bekardır. Öğrencilerinden Zeynep ise Geydoğan köyünden Ateş İmamgilden bir kişi ile nişanlanmıştır. Ancak bu nişanlısını istememektedir. Birgün büyük dedem namaz kılmak üzere abdest alırken yanına bıraktığı ayakkabılarını, öğrencisi bu Zeynep ters çevirir. Aklınca dedeme cilve yapmaktadır. Bu hikayeyi bana 1994 yılında vefat eden annem anlatmıştı. Bunun üzerine bu kız çocuğu dedemin gönlüne düşer. Bundan sonrasını da Gülağa amcamın oğlu Ahmet amcam bana anlatmıştı. Zaten o ayaklı tarih gibiydi. Geçmişi çok iyi bilirdi ve anlatırdı. Bana da anlatırken sen beni çok iyi anlıyorsun deyip, habire anlatmaya devam ederdi. Bilhassa 2001 yılı mayıs ayından sonra emekli olup köyüme zaman zaman gidince Ahmet amcamla bol bol sohbet ederdik. Ona gençliğinde lakap olarak "karaburçak" derlermiş. Zaten böyle dendiğini ben de çocukluğumdan hatırlıyorum. Aslında bu kelimenin doğrusu "karapürçek" yani kara perçemli demektir. Bugün için Ankara, Altındağ Belediyesi Karapürçek Spor Salonu Tesisleri'nde yapılan bir etkinliği okuyunca aklıma geliverdi. Ayrıca Sakarya İline bağlı Karapürçek İlçesi de varmış. Bu ilçeye bağlı Yağcılar köyünde namaz kılarken kalp krizi geçiren bir hastaya imam, Karapürçek Cami imamını telefonda arıyarak yardım istediğini bir gazetede okudum. 
    Ahmet amcamın hafızasının ne kadar güçlü olduğuna dair bir hikayeyi daha anlatayım. Çocukluğunda annesi ile babası Gülağa amcam ocakbaşında başbaşa oturmuşlar düğünlerini anlatıyorlarmış. Bir ara Ahmet amcam latife olsun diye "ben sizin düğününüzü hatırlıyorum" demiş. Babası onu sen o zaman dünyada bile yoktun, nerden bizim düğünümüzü hatırlayacaksın diye azarlamış. Annesi Nuriye Hatun ise Gülağa amcama, "hatırlar belki, bu çocuk küçükken çok akıllığıydı" diye söylenmiş. Gülağa amcamın adı nüfus cüzdanında Ahmet olarak yazılıdır. Bu Gülağa adını, ben bir yerde okudum, eski Türklerde Kulağa adından geliyormuş. Bugünkü Türkmenistan'da olduğu gibi, eski Türklerde kız ve erkek isimlerinin başına "kul" adı da ilave edilirmiş. Herhalde Allah'ın kuludur diye olsa gerek. Kulahmet, Kulhasan, Gülali, Gülfidan, Gülfadik yani Kulfadik, Fatma veya Fadime isimlerinin farklı söylenişleridir. Gülayşe veya Kulayşe, belki Güldane v.b. gibi daha çoğaltabiliriz.. Yani buradaki gül hecesi bildiğimiz çiçek adından gelmiyormuş. Hatta son yıllarda ipekyolu belgeselinde de çıktığı gibi Türkmenistanlı ozan  Mahdumkul'un adı buna güzel bir örnektir. Mahdum: Arapça hidmet sıfatından türetilmiş bir isimdir. Hadim kelimesinin başına ma eki ilave edilerek yapılmıştır. Müennesi yani dişi olanı hadimedir. Çoğulu hüddam veya hademedir. Arapça hedm kelimesinden türetilen hadim ile karıştırmamak lazım. Mahdum hizmet eden, hizmetkar veya uşak demektir. Örneğin; eskiler şöyle kullanırlardı. Onun menfaatlerine hadim olmak istemem. Hadi-ül-Haemeyn-iş-Şerifeyn = Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'ye nisbetle Yavuz Sultan Selim'denberi Osmanoğullarına mensup İslam halifelerinin aldığı tevazu unvanı.Büyük dayım Hasan Ağa idi. Yani yakın civar insanlarının ona kısa boyu nedeniyle taktıkları Tonik Hasan. Bu dayımın soyadı, sülalemizdeki herkesin olduğu gibi Önder idi. Ancak Hüseyin Namık dayım soyadını İmamoğlu olarak değiştirmişti. Duyduğuma göre 1957 seçimlerinde Demokrat Parti'den milletvekilliğine konmuş, herhalde halktan daha fazla oy alabilmek için bu soyadını almıştı. Ancak kendisinin bana anlattığına göre Cumhuriyetin ilk yıllarında soyadı kanunu çıkınca bizim sülale soyadını imamoğlu olarak almış. Şu anda önümdeki babamın, 12.3.1932 tarihinde Erbaa Nüfus idaresinden almış olduğu Nüfus Hüviyet Cüzdanı bulunmaktadır. Ancak Ne suretle verildiği hanesinde zayından yazılmıştır. Demekki bundan önce de bir tane varmış ki zayii olmuş. Bu cüzdan da Aile ismi, yani lakap ve şöhreti hanesinde İmam oğlu yazılıdır. Babasının adı hanesinde Kayaefendi, Anasının adı hanesinde Fatime yazılıdır. Fatime, Fatıma, Fadime, Fatma hatta Fadik isimleri, aynı ismin bir kaç şekilde söylenmesinden ortaya çıkmıştır.
    Babamın doğum tarihi hanesinde 1328.Bu sayfanın ön yüzü boş, fakat solunda ki kapak kısmına yapıştırılmış olan beyaz sayfayı babam ters tutarak üç satır Arap harfleriyle not düşmüştür. Üç satır bu notta Arap harfleri olduğu için okuyamasam da, ilk satırın ortasında 20 rakamı, üçüncü satırın ilk kelimesinden sonra 1941 rakamını tanımaktayım. Bu rakam Davut abeyimin doğum tarihi. Belki de askerdeyken dünyaya gelen oğlunun doğum tarihini sanırım 20 haziran olarak buraya not düşmüştür.Beşinci sayfadaki Nüfus kütüğüne yazılı olduğu yeri başlığının altında Vilayeti karşısında Tokat, Kazası karşısında Erbaa, Nahiyesi karşısında Tekke, Mahalle veya köyü karşısında Darma köyü, Sokağı karşılığı boş, Hane No. 2, Cilt No. 30, Sahife No. 3,üstünde 1 / 3 / 932 tarihi.Hemen altındaki yanyana iki boşluğu kaplayacak şekilde kaşe olarak İLK YOKLAMASINI BİZZAT YAPTIRDI basılmıştır.Sol alta Nüfus Memuru, karşısına 10 / mart / 1932 tarihi atılmıştır.Alttaki birinci sütuna Beden muayene neticesi yazılarak altına çizelge halinde B. , altında 265 gibi duruyor ancak bu babamın boyu olmalıdır, 165 rakamı, sehven 265 olarak yazılmış olmalıdır. Yanında G., göğüs olmalı ve 82/88 olarak işlenmiş, yanında S. altında 63 rakamı, siklet kelimesinin baş harfi olup babamın o andaki vücut ağırlığı olmalıdır. Altında sabit kalemle babam Hüseyin diye yazarak imzasını atmıştır.Üçüncü sütuna Bedenin kabiliyetine nazaren Sağlam, Sakat veya Çürüğe mi ayrıldığı yazılarak altına kırmızı mürekkeple elde piyade yazılmıştır. Dördüncü sütuna Tam veya kısa hizmete tabi olduğu, kısa hizmetli ise askeri ehliyetname D. yazılarak altına mürekkeple elde Tam diye yazılmıştır. Beşinci sütuna Çektiği kur'a No yazılarak altına 179 rakamı yazılmıştır. Altıncı ve son sütuna Numarasız asker edilmiş ise hangi meclisin hangi Ta. ve No lı kararile ve hangi maddeye tevfikan asker edildiği yazılarak altındaki karşılığı boş bırakılmıştır. Bu sayfanın altında Cüzdan sahibinin son yoklaması yukarda gösterildiği gibi olduğu tasdik kılındı. 25 / 10 / 1932 tarihi atılmıştır.17. sayfada başlık Celbü sevk veya bedeli nakti Hanesi'nin altındaki birinci sütunda İçtima günü hanesinde 15 Nisan 1934 kaşesi, ikinci sütunda Geldiği tarih sütununda da 15 Nisan 1934 kaşesi bulunmaktadır. Üçüncü sütundaki Sevk tarihi hanesi boş, dördüncü sütundaki Mürettep olduğu mahal altına gelibolu 11. nolu j. ....... yazılıdır. Beşinci sütunda Bedel vermişse kaç taksitle verdiği ve taksitlerin makpuz Ta. ve No ile yatırdığı emval hanesinin alt kısmı boştur.  Alttaki boşluğa Musaddıktır. Erbaa As. Ş. Rs. yazılarak altında mühür ve imza mevcuttur. Mühürde  T. C. M.M.V. ERBAA AS. Ş. REİSLİĞİ yazısı seçilebilmektedir.  yanında 16 / 4 / 1934 tarihi altında Mülhakı. Devamı karşı sayfada Musaddıktır. Altında Erbaa As.Ş. Rs. altında mühür ve imza. Sağda 15 / 4 / 1934 tarihi ve altında Mülhakı, en altta ise No612573 numarası basılmıştır. 18.sayfada Muazzaflık devrine yazısı altındaki ilk sütunda, Kolordu, Fırka, Alay Tabur ve Bölük No hanesinin altında Denizli İli Saray Köy J. Birliğinden, ikinci sütunda Duhul tarihi altında 3 - 5 - 934 yazılıdır. Üçüncü sütunda Onbaşı, çavuş, gedikli çavuş ve gedikli başçavuş muavini ve başçavuşluğa terfi ve emir Ta. ve No altında çizgi, dördüncü sütunda Gördüğü mü... zatlar ve hükme müstenit ise hüküm Ta. ve No altında yoktur yazısı bulunmaktadır. Altında Alay veya Müstakil Tabur K. yazısının üzeri çizilmiş, altında Denizli İl J. Ko. altındaki mühür baskısında DENİZLİ VİLAYETİ JANDARMA KUMANDANLIĞI yazısı ve kırmızı mürekkeple imza, üst kısmında 3 / 11 / 1936 tarihi atılmıştır. 19. sayfada "ait sütun" yazısı altındaki ilk sütunda Kıt'anın u...hizmetinde istihdam edildiği, yazısı altındaki ilk sütuna piyade eri,ikinci sütuna Firarına ait vukuat yazısı alt kısmı boş.  İzin tarih ve müddetleri kısmının altı da boş, Tebdilhava tarih ve müddetleri, alt kısmı boş, terhis tarihi, altında 3 - 11 - 36 yazıyor. Altıncı sütunda Hini terhiste beraber götürdüğü eşya yazısı altında yoktur yazmakta, en son sütun ise tamamen boş. Altta Hesap Memuru yazısı üzeri çizilmiş,altında Saray Köy, sağında mühür baskısı T.C. SARAYKÖY JANDARMA BÖLÜK K. Ortada imza, en altta gene No612573 yazılıdır. 20.sayfada üstte İhtiyata naklinden ihracına yazısı altında Sayfa No.336, As. No.ı 1933, Ehtiyata kayıt edilmiştir, ay yıldızlı mühür üstünde T.C.M.M.V. ERBAA As. Ş. REİSLİĞİ, çift imza, altında y. yapıldı. 15. 1. 1946 tarihi altında As...Bşk......üzeri mühür baskısı ve Teğmen imza, 21. sayfada "kadar cari muamelatı" 328 / 9 ALTINDA YOKLAMA YAPILDI KAŞESİ.23.4.1948 tarihi altında Taşova imza, daha altta 952 yoklaması yapıldı 2.5.952 Taşova As.Ş.Bşk.V. imza, altta 953 yoklaması yapıldı 14.4.953 tğm. imza,altında No612573. 22.sayfa ihtiyatlık, yazısı altındaki ilk sütun Kıtası, altında 72.müst.Tğ.4701 Al.III Tb. 9.Bl, ikinci sütun Duhuli, altında 9.4.941 , üçüncü sütun onbaşı veya çavuş yazısı altında er, dördüncü sütun gördüğü cezalar yazısı, altında yok yazılıdır. Altında T.C. ..mühür 328.B.280 sağda III.Tb.k. altında iki imza, 334-53, yanında 9.Blk. Üsttğm 935-...,R.Akalan imzası, 23. sayfa "devrine ait sütun" yazısı altında ilk sütun, vazifesi altında numara eri, yandaki iki sütun boş, dördüncü sütun terhisi, altında 26 / 3 / 942, beşinci sütun üzerinde götürdüğü eşyalar yazısı altında, kuşak elbise çamaşır Kaput çorap fotin, son sütun boş. Altta 2. Kor. K. 17.3.942 gün ve 1000 98 sayılı emirlerile terhis edilmiştir. Son sayfada Kü yazısı altında 336, altında 942 yoklaması yapıldı elbisesi alındı.Terhisi kaydına işlendi. 22.7.942, As. Şb. mühür ,altında İhtiyat yoklaması yapıldı 17.7.944 As.Ş.Bşk. mühür ve imza. Kapakta da bazı yazı ve rakamlar, yoklama yapıldı yazmaktadır. Kapağın arkasındaki Arapça,  Babamın  el yazısını ben çok iyi tanımaktayım. Çünkü askerlikte tutmuş olduğu akıl defteri yıllarca eski evimizin terekliğinin (mutfak yani yöresel adıyla aşevinde ki kapların dizili olduğu raflar) üstünde muhafaza edilmiştir. Bazen bu defteri açarak içindekileri okurdum. Her ne kadar babam çocukluğunda Erbaa'daki Rüştiye Mektebinde bir kaç sene Arapça öğretim görse de Arapçanın yanında Türkçe yazmayı ve okumayı da biliyordu. Bu defter babam Gelibolu'da ihtiyat jandarma eri iken yazmıştır. Askerlikle ilgili notlardı. Babam henüz Cumhuriyet kurulmadan önce dedemin kaydettirdiği bu Osmanlı okulunu yarıda bıraktıktan sonra bir sarrafın yanında çalışmaya başlamış. Dedem onun hiç olmazsa bir meslek sahibi olmasını istiyormuş. Ancak babam bu ayakkabıcı dükkanında da sadece çarık dikmeyi öğrenmişti. O işi de başlı bırakıp terketmiş. Sonunda köyde babasının koyunlarında çobanlık yapmıştır. Büyük amcam köy muhtarlığı da yapmış, hatta yeni kurulan Taşova İlçesi'nden kendisine arsa alıp, ev de yaptırmış. Sonradan bu ev kızı Rabia'ya düşmüştür. Rabia'nın kocası Öğretmen Kadir Yılmaz'ın babasının da bu evin güney bitişiğindeki evi, kardeşi Yanık Mustafa'ya düşmüştür. Diğer Cafer amcam ise evin çiftçilik işleriyle meşgul olmuştur.  Hatta ilkokul çağımda bana hayvan gönünden (deri) diktiği o küçük çarığı hiç unutmuyorum. Israrlarına rağmen hiç ayağıma geçirmedim. Ancak kara lastikten Gizlavet marka ayakkabı ile dolaştım.       
    
   
 
  BU SİTE 71067 ziyaretçi (147913 klik) KİŞİ TARAFINDAN ZİYARET EDİLMİŞTİR  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol