rankend | Farklı Olmak Emek İster

   
  DARMA TARIHCESI
  Tümülüs
 

 
    Nisan 2007
    Maltepesi Tümülüsü (anıt mezarı): Darma ovasından Yornus (şimdiki Çakırsu Köyü) yaylasına bir bakış attığımızda karşımıza görselliği ile dikkati çeken bir anıt mezar çıkar. Yaz aylarında doğduğum yer olan Ballıca' ya vardığımda, Boğalı Ormanı'nı süsleyen bu görüntüye her zaman hayran kalmışımdır. Hatta bir gün arkadaşlardan birisi emekli bir arkeolog olarak kazı yapmak istersen nereyi kazmak istersin diye sorduğunda orayı işaret etmiştim. Önce çok şaşırdılar, çünkü bu tepe şimdiye kadar doğal bir tepe zannediliyordu. Ancak bu tepeden ziyade daha çok “çiçekli kaya “ mevkinin önemi üzerinde duruldu. Arkadaşımız koyunlarını otlatırken bu çiçekli kayayı çok incelemiş.Kayalar içinde taştan duvarlar örülerek odalar oluşturulduğundan bahsetti. Belki ilk Hristiyanların gizli ibadet mekanları olabileceğini söyledim. Zaten alt tarafındaki kale ve yakınındaki kiretmitlik dediğimiz mezarlık da bu çiçekli kaya kovuklarında da insanların yaşamış olabileceğini düşündürmektedir. Yalnız bu kayalıkların iyi bir yolu olmadığı için henüz gidemedim, ancak çok yakınına kadar giden kiremitlik yolundan bu çiçekli kayayı seyrettim. Bilhassa bahar aylarında bu kayaların seyrine doyum olmuyor. Çünkü kayalıkların üzerini saran renkli yosunlar bu kayalara çok farklı bir görünüm veriyor. Kayalıkların üzeri rengarenk bir görünüm alıyor. Zaten bu kayalıklara halk arasında “ Çiçekli Kaya “ denmesinin de sebebi bu olmalı.Yaklaşık 30 metrenin üstündeydi. Ben de zaten bunun farkındaydım. Bu tepe yöre halkı tarafından “Maltepesi” olarak adlandırılır. İçi mal yani hazine dolu olabileceği düşünülerek bu isim verilmiş olmalıdır. Yani bilimsel adıyla Mal tepesi Tümülüsü.

Genel olarak mezarların üzerine yapılan her türlü yükseltiye tümülüs adı verilir. Mezarların yerini bir tepe ile belirleme geleneğinin ilk örnekleri, Avrasya steplerinde M.Ö.4.bin yılın başlarında görülmektedir. Kurgan olarak da adlandırılan bu mezar tepelerinin altında ölü,basit bir çukura ya da ahşap bir odaya yerleştirilir. Bu gelenek Asya steplerinden Anadolu'ya ve Trakya'ya yayılmıştır. Bazen bu tepelerin dolguları toprak değil taş olduğundan “taşlı tepe” olarak da adlandırılır. M.Ö.1200 yıllarında başlayan Demir Çağı'ndan itibaren bu tepeler sivri ve konik bir biçim almış,dolgularında taşla birlikte toprak ta kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö.500 yıllarında başlayan Orta Demir Çağı'ndan itibaren bu tepelerin altına mezar odaları ve taş lahitler de konarak gerçek tümülüsler ortaya çıkmaya başlamıştır. Tümülüslerde genellikle bir giriş koridoru mevcuttur. Buna dromos adı verilir. Ayrıca bir ön oda ve sonrada asıl mezar odası gelir. Örneğin; Çanakkale'deki Dardanos Tümülüsü'nü ele alacak olursak, yapılan kazıda 6 adet diadem (saç bağı), küpe, bilezik, gözyaşı şişesi, kandiller ve müzik aletleri bulunmuştur. Bugün bu eserler Çanakkale Arkeoloji Müzesi'nde teşhir edilmektedir.

Bu tepelerden bir başkası Ballıca Mahallesi'nin Koca boz Mevki' den Dutluk Köyü'ne doğru inerken karşımıza çıkan,patika yolun batı kenarındaki Zembel Tepesi.Zembel adı herhalde hasırdan örülmüş zenbil kovasına benzediği için verilmiş olsa gerektir.Bir diğer tepe Kurt Kıyısının Tepe'dir.1960lı yıllarda bu tepede de define aramak gayesiyle defineciler tarafından büyük çaplı bir kaçak kazı yapılmış, muntazam,iri küfeki ( söngüt )taşlarından duvarları örülü olan odalar ortaya çıkartılmıştır. Bu iri küfeki taşlarının tutturulduğu kurşun kenetler kopartılarak bu yapıya büyük zarar verilmiştir. O yıllarda kazıldıktan sonra bu tepeyi ben de ziyaret etmiştim. Kurşun kenet parçalarının etrafta dağınık vaziyette olduğunu görmüştüm. Bu yapıya hayran kalıp hiçbir anlam verememiştim. Köyümüzde mesire yerleri oluşturmak için bilhassa Almanyada çalışan gençlerin kurmuş olduğu derneğin büyük gayretleri var. Çünkü bu gençler yıllık tatillerinde vatanlarına döndüklerinde dinlenebilecekleri alanlar oluşturmak istiyorlar. Suyun Gözü Mesire Yeri bu gençlerin gayretleri ile oluşturuldu. Aslında bu yer görünüm itibariyle bir kaledir. Antik dönemde bu gibi yerlere akropol adı verilir. Çünkü bu yerin etrafındaki sur duvarları oldukça etkileyicidir. Buraya saldıranların ilk anda moralini bozacak olan ve savunmanın güçlü olduğu izlenimini uyandıracak bu sur duvarlarıdır. Günümüze gelen sur duvarı kalıntıları bunu düşündürmektedir. Asıl şehir aşağıda ovada yer aldığı için yönetici tabaka yerleştiği alanı güçlü sur duvarları ile çevrelemiştir. Duvarların yapı özelliği aynı dönemde inşa edildiğini göstermektedir. Sonradan ilave onarımlar yapıldığı belli olmaktadır. Onarımın büyük kısmını da 20.yüzyılın ikinci yarısında burada tarla açmak için uğraşan Hasan Dülger yapmıştır. Duvarlar içinde mağara şeklindeki boşluklar belki kaleye giriş kapılarını işaret etmektedir. Gerçi kale duvarlarında yer yer kulelerde bulunmaktadır. Ancak yüzyılların doğa tahribatı ve son yıllardaki tahribatlar bu giriş kapılarının yerlerini belirlemeyi şimdilik olanaksız kılmaktadır. Gelecek yıllarda bu alanda yapılacak bilimsel kazılarla bu kale yerleşmesi ortaya çıkarılabilir. Bugünkü Darma adının Roma dönemindeki hamam yeri anlamına gelen terma'dan geldiği düşünülecek olursa, şehrin daha önceki adının da Bilge Umar'ın Tarihsel Yer Adları adlı kitabından Palalke olduğu, belki de bu kalenin de Palalke şehrini kuran Pala kavmine ait bir kale olduğu düşünülebilir. En son 2007 yılı haziran ayında bu gençlerden biri ile (Murat Söyler) internet deki sohbetim esnasında bu alana elektrik te çıkarabilmek için 1700 euro parayı köydeki derneğe gönderecekleri müjdesini verdi. Zaten 1953 yıllarında inşa edilen köy çeşmelerinin bu gençlerin paraları ve Kani Önder'in gayretiyle onarılıp güzelleştirilerek köyümüze tekrar kazandırılması takdire şayandır. Keşke köy meydanında Mustafa Ünal'ın evi önündeki köy çeşmesi de 2004 yılında Belediye otobüs durağı yapılmak üzere yıkılmasaydı. O an için sorduğumda çeşmeyi tekrar yapacaklarını ifade ettiler ancak bir daha ilgilenen olmadı. Halbuki 1953 yılında zamanın iktidarı tarafından köylere hizmet kapsamında Şaban Usta tarafından yapılan bu çeşmeler artık neredeyse köyümüzün birer tarihi eseri olmuştu. Beş yaşımda olmama rağmen bir adedi de evimizin önüne yapılan bu çeşmelerin yapılışını hatırlamaktayım. O zamanlar köylerde dolaşan seyyar satıcılar ki biz onlara sergici derdik, bazı yerlerde ise çerçici denir,bu çeşmelerin başında at sırtındaki eşyalarını sergiler ve insanlar satın almak üzere etrafına üşüşürlerdi. Ayrıca kış mevsiminden çıkan hayvanlar bu çeşmelerin başında kazanlarda kaynatılan sularla yıkanırdı. Hatta bizim mahallenin çeşmesinin olduğu yerde su kuyusu vardı. O yüzden buraya kovanın başı denir. Hala da kovanın başında oturup sohbet etmesi çok hoş olur. Mahallelinin bütün karşılaşmaları, gurbete yolculuklar burada gerçekleşir. O ayrılıkları bazen de çok uzaklardan gelen birisi ile burada karşılaşıp hasret gidermelere ben evimin balkonundan seyrederek şahit olurum. Bilhassa mahallemizden Adile Söyler yıllar önce oğlunu Almanya'ya görümcesi Hanım'ın yanına gönderipte tekrar oğluna kavuşma sahnesini hiç unutamam. Çok yoğun bir hüzün ve hasretliğin acısına şahit olmak pek dayanılacak bir olay değilmiş.

Tekrar tümülüslerimize dönecek olursak, bunun bir örneği Samsun İli,Bafra İlçesi,İkiz tepe Höyüğü'nde bulunmaktadır. Her ne kadar İkiz tepe denmiş olsa da üç adet tepeden oluşan bu höyükteki tepelerden birinde mevcut olan bir tümülüs oldukça dikkat çekicidir. Tümülüs, burada arkeolojik kazı yapan Prof. Dr. Önder Bilgi tarafından temizlenerek bütün görkemiyle ortaya çıkarılmıştır. Bu İkiz tepe höyüğünü gezen yerli ve yabancı turistlerin en çok dikkatlerini bu tümülüs çekmektedir. Gerçi ”kurt kıyısının tepe” bir tümülüs olmayıp, arkeolog Devit Frenç' in tespitine göre Roma Dönemi Gözetleme Kulesi'dir. Yani buradaki Roma dönemi antik yolun güvenliğini sağlayan askerlerin gözetleme kulesidir. Ancak tümülüsler kadar görkemli durmaktadır. Zaten Baraklı Kalesi hatta Geydoğan köyü doğu yamacındaki Kız oğlan tepesi de bu gözetleme kulelerinin diğerleridir. Gerezini üstündeki kalenin de bu yolun güvenliği ile ilgisi olsa gerektir. Çünkü kalede oturduğumuz zaman bu yol ve kurt kıyısının tepedeki gözetleme kulesi tam karşı karşıyadır.Yıllar sonra 1983 yılında Adıyaman'ın Kahta İlçesi Geldibuldu Köyü'ndeki(bu köye bu ismi, 1960lı yıllarda köy isimlerinden Türkçe olmayanlarının değiştirilmesi esnasında burayı gezmeye gelen, zamanın Adıyaman Valisi Agah Büyüksağış' ın eşi vermiştir) Tille Höyük'te İngiliz'lerle arkeolojik kazı yaparken, kazı başkanı İngiliz Arkeolog Davit Frenç' e bu tepeden bahsettim. Yöreyi çok iyi tanıyan arkeolog bu tepenin Roma Dönemi'ne ait bir “gözetleme kulesi” olabileceğini söyledi. Ayrıca tepenin hemen güney kenarından geçen yolun da Roma Dönemi'nde dahi Ulu yol olarak adlandırıldığını bildirmişti. Yani “ulu yol” kelimesinin Latince karşılığının kullanıldığını ifade etti. Roma İmparatorluğu'nun önemli ana yollarından biri olan ve Anadolu'yu batıya bağlayan bu yolda da çok yakın tarihlere gelinceye kadar küçüklü büyüklü kaba taşlarla döşeli kaldırımları görebilmek mümkündü.1978 yılında Ballıcalı olup da Almanya'da işçi olarak çalışan vatandaşlarımızın kurduğu BOTASTAŞ Anonim Şirketi Demir ağaç Mevki'nde fabrika kurmak üzere bir arsa satın aldı. Ahşap parke ve sunta imal etmek üzere satın alınan bu arsada dozerle yapılan tesviye çalışması esnasında bu antik Roma Yolu'nun taş döşeli parçası ortaya çıkarıldı. Batıdaki uzantısı Yassıçal Kasabası Zeus Strateus Tapınağı'nın önünden geçen bu yolun Amasya'dan Zile'ye uzandığı Amasya Müze Müdürlüğü'nün yayınında belirtilmektedir. Doğudaki devamı ise Çakırsu Köyü Derem pınar mevkinden 1982 yılında Amasya Müze'si bahçesine taşınan “mil taşı” na dayanarak Niksar yönüne uzandığı anlaşılmaktadır. Bu mil taşının bulunduğu alanın 500 metre kuzeyinde Asar Kale yer almaktadır. Kale daha kuzeyindeki Buladan Çayı'na dik bir yamaçla alçalmaktadır. Bu kale 2005 yılında TAY ekibi tarafından tescil edilmiştir. Kale üzerinde de yer yer kaçak defineci çukurları mevcuttur. Aynı ekiple kalenin batı kesiminde yaptığımız yüzey araştırmasında kırmızı renkli çanak çömlek parçaları tespit edilmiştir. Coğrafi konumu itibariyle Antik Roma Yolu üzerinde yer alan Darma (bugünkü Ballıca) tarihinin, yontma taş döneme kadar indiği, Darma Deresi'ndeki Gerezini Mağarası'nın girişindeki defineci çukurunda görülen malzemelerden anlaşılmaktadır. Gerçi çukur kenarındaki malzemelerin çoğu Helenistik,Roma,Bizans dönemlerine ait çanak çömlek parçaları ancak detaylı bir araştırma bu mağarada daha eski çağlara ait malzemelerin de ortaya çıkmasını sağlayabilir. Gerezini' nin üst kısmında Roma Dönemine ait bir kale bulunmaktadır. Bu kaleden dolayı,93 harbinden sonra buraya yerleşen Gürcüler,yani bugünkü Tatlıpınar halkı Gerezini Mağarası'na Kale Mağarası demektedir. Bugünkü Tatlıpınar Gürcülerinin ataları buraya yerleşmeden önce Dörtyol köyünün Koramu Düzü arazisine yerleşmişlerdir. O köyden Tabanca lakabıyla anılan şahsın anlattığına göre yerli halk olan kale kalelilerle geçinememişler. Çalışkanlıkları yüzünden aralarında kıskançlık doğmuş ve oradan çıkarılıp Dereli köyü'nün “davulcu adı verilen bugünkü sulama havuzunun üst kesiminde orman içine yerleşmişlerdir. Hala bu alanda açıklık ve meyve ağaçları bir köy erleşimi olduğunu göstermektedir. Bu “davulcu” mıntıkasına Gürcülerin yerleştiğini bugün için 101 yaşında olan Hacı Mustafa Gürer anlatmıştır. Bugünkü Gürcülerin büyük kısmının bundan haberleri yoktur. Ancak buraya Devlet tarafından yerleştirilseler de köy halkı razı değildir. Dereli'den Koca Hüseyin'in babası Mahmut Ağa bu yerin tapulu arazisi olduğunu ispat ederek bu insanları buradan çıkartmıştır. Ancak Darma' dan Büyük Hacı Efendi, bu insanların muhacir olduğunu Hazreti Peygamberimizin dahi Mekke' den Medine'ye göç edince, ora ahalisinin bu insanlara kucak açtığını, bizim de bu Gürcülere kucak açmamız gereklidir, diye söz etmiş. Bu durumu bana aktaran Dereli köyünden İzzet Çıra. Herhalde Büyük Hacı Efendi dedem o yıllarda köy imamı hatta muhtar. Bu insanları Darma Deresi'ne yerleştirir. 1963 yılına kadar da bu köyün adı Darma Deresi idi. Yalnız bu yerleştirmeden sonra Büyük Hacı Efendi dedem oğlu Hüseyin'e yani Küçük Hacı Efendi dedeme, bu Gürcülerden bir kızı gelin olarak alır. Belki de bir sülale, Deli Ahmet' gil, kız kardeşleri Sultan'ı molla Hüseyin'le evlendirirler. Gürcü olan bu Sultan Gelin'den hacı efendinin bir kızı olur. Adı Hanifedir.Hacı efendi dedem ikinci defa evlenir. Bu hanımından da iki oğlu ve üç kızı olur.En büyük dayım Hasan,diğer dayım, o da babası gibi Hüseyin adını taşır. Cumhuriyetin ilk yılları olmasına rağmen tahsil yapar. Sivas'ta orta öğretimini tamamlar liseyi bitirir, Hukuk Fakültesi'ne girer. O yıllarda uzak diyarlarda tahsil yapmak kolay iş değildir. Hatta bir ara Hukuk Fakültesini veyahutta liseyi bırakır. Babam Hüseyin Önder'in anlattığına göre dedem onu çift sürmesini öğretsin diye babamla birlikte öküzlerle çift sürmeye gönderir. Babam biraz da kasten çift sürme işini zorlaştırır, bu hayata imrenmesin diye. Sabanın peşinden göz yaşı dökerek çift sürmeye devam eder. Ama bu hayat ona çok zor gelmiştir. Tekrar tahsilini yapmak üzere gider. Dayımın en yakın okul arkadaşı Erbaa'lı Doktor Selahaddin Çolak'tı. Onun kız kardeşi Amasya'da ben lisede okurken oğlu Nejat' ı ve kızını okutuyordu. Dayımı talebeliğinden iyi tanıyor. Dayımın talebeliği 1920li yılların sonu ve 1930lu yılların başıdır. Köyde Halil İbrahim Aytaç'ın evinde eski evraklar arasında dayımın 1932 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'ne kayıt evrakını buldum. Ancak 1957 de Demokrat Partiden millet Vekilliğine aday olmuştur. Fakat kazanamamıştır. Uzun dönem Turhal'da hakimlik yapmıştır. Sonra 1960 lı yılların başında Kırıkkale Tapulama Hakimi idi. 1965 yılı haziran ayında üniversite sınavı için Ankara'ya gitmeden önce Kırıkkale' ye uğradım ve kendisini ilk defa o gün tanıdım. Evi Ankara Kurtuluş semtindeydi, Kırıkkale'ye gidiş-geliş yapıyordu. Sonra Yargıtay 5.Hukuk Dairesi'nde görev yaptı.

Şimdi tekrar gelelim bizim Gerezini Mağarası'nın üstündeki kaleye. Kalenin yapımında horasan harcı kullanılmıştır. Romalılar duvar yapımında bu harcı kullanıyorlardı. Hatta kalenin odalarına su getirildiği bugün dahi kalıntıları görülebilen su künklerinden (pöhreklerinden) anlaşılmaktadır. Kale üzerine oturulduğu zaman Darma'nın Ulu yol'u yani antik Roma Yolu ve üzerindeki Roma Dönemi Askeri Gözetleme Kulesi çok açık bir şekilde görüle bilmektedir. Bu manzarayı görünce insan, burada ikamet eden Romalı askerler Ulu yol'un güvenliğini, karşıdan gelecek bir işaretle sağlıyorlardı diye düşünmektedir. Kalenin yaklaşık 500 metre kuzey tarafında geniş bir Bizans Dönemi mezarlığı bulunmaktadır. Mezarlar defineciler tarafından oldukça fazla tahribata uğratılmış. Mezar örgüsünde kullanılan Roma-Bizans Dönemi tuğla ve döşeme kiremitleri etrafa saçılmış durumdadır. Zaten bu alanın Kiremitlik Mevki diye anılmasının nedeni de bu etrafa saçılmış mezar tuğla ve kiremitleri olsa gerektir. Çocukluğumdan beri burada “kiremitlik” diye bir yerin olduğunu duyardım. Bazı insanlar buranın kiremit ocağı olduğunu söylerlerdi. Belki de çanak çömlek imal edilen bir yer olabileceğini düşünürdüm. Nihayet 2000li yıllarda burayı ziyaret edince anladım ki burası Bizans Dönemine ait bir mezarlık alanı. Bugün için Tatlı pınar gençliği buraya bir dinlenme tesisi inşa etmiş. Ben bu yapıya Kiremitlik Gazinosu diyorum. Yapımında yurt dışında bulunan Tatlıpınar gençlerinin maddi katkıları olmuş. Ayrıca buraya otomobillerle ulaşımı sağlamak için Taşkın Çay'ın üzerine betonarme bir köprü ve köy girişine, çay kenarına bir kameriye (gölgelik kulübe, aslında kamer ay demek olduğuna göre ay evi demek daha doğru olur) yapılmasını sağlamışlar. Bunların yapılmasını sağlayan yurt dışındaki Tatlıpınar gençlerine ve emeği geçenlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Yalnız yıllardır söylenir durur. Boğalı Ormanı'nda ayılar dolaşıyor diye.mağara girişinde pençeli hayvan izlerini görünce Hacı ağabey bizi mağaraya girmekten vazgeçirmişti. İzlerin taze olduğunu görünce ben de az korkmamıştım hani. Kazım Önder'in ahşap evi yıkılmadan önce giriş kapısının üstünde dallı budaklı bir geyik boynuzu asılı dururdu.1980li yıllara kadar bu boynuz bu ahşap evin girişini süslerdi. Zavallı geyiğin bir gün köy içine kadar geldiği ve dayım Hasan Önder tarafından vurularak öldürüldüğü söylenirdi. Hiç olmazsa amcam Kazım Önder bu geyiğin boynuzuna sahip çıkmıştı, köyümüz ormanında böyle geyiklerin bir zamanlar dolaştığının ve yaşamış olduğunun kanıtıydı.1970li yıllarda ormanımızda bol bol yaban domuzu avlanırdı. Çünkü bu domuzlar bilhassa tarlalarda ekilmiş mısırlara çok zarar veriyordu. Avlanmaktan dolayı bu domuzlar da yok olduğu gibi, tavşan nesli de oldukça azaldı. Şimdilerde Dörtyol Köyü'nün arazisinden itibaren kınalı keklik üreme alanı ilan edilmiş. Doğaya bırakılan kekliklerin çoğalmaları arzu edilmekte. Halbuki 1980'li yıllara kadar arazimizde keklik sürüleri mevcuttu. 1960'lı yıllardaydı, hayvanlarımızı otlatmak için tavşanlı dere mevkinde bulunmaktaydım. Bir ara yamaçta gördüğüm kömeç otunu sökmek istedim. Çünkü bu otun köklerinin dibinde doğal sakız bulunmaktaydı. Daha önce bu durumu diğer arkadaşlarımdan ben de öğrenmiştim. Nihayet bir bük'ün üzerine oturarak yanındaki kömeç bitkisini elimdeki değnekle sökmeye başladım. Bir ara altımdaki bük içinden bir şey beni yukarı fırlattı ve altından iri bir kuş havalandı. Benimle beraber hayvanlarını otlatan fakat benden daha yaşlı ve tecrübeli Kavşak Osman “ulan keklik, ulan keklik “ diye bağırmaya başladı. Hakikaten bük'ün içini karıştırdım bir baktım ki 10 dan fazla keklik yumurtası bulunmakta. Demek ki kuluçkadaki hayvanı kaçırtmıştım. Ancak Osman Bengi o zaman bana bir yol gösterdi.”sen ertesi gün buraya gelirken içi saman dolu bir sepet getireceksin. Bu keklik yumurtalarını sepete yerleştirip evinizdeki bir kuluçka tavuğun altına koyacaksın” dedi. Ertesi gün dediğini yaptım. Zaten genellikle hayvanlarımızı bu kesimlerde güdüyorduk. Çünkü hayvanlar için bu uzak ve sarp alanlarda daha çok ve gür otlaklar oluyordu. Tesadüfen o günlerde de evimizde kuluçkaya yatmış bir tavuğumuz vardı. Tavuk yumurtalarının yanına bu keklik yumurtalarını da yerleştirdim. Evimizin alt katında burçak yığınının yanında yatan gülk' ün (yani kuluçkaya yatmış tavuğun) altına bu yumurtaları yerleştirdim. Ara sıra da kontrol ediyordum. Ancak tavuk yumurtaları ile keklik yumurtaları aynı anda çatlamazmış, yani farklı günlerde civcivler ortaya çıkarmış. Bir gün baktım ki benim keklik yumurtalarının bazılarından yavrular çıkmış ancak yakınındaki burçak yığınının içinde kaybolmuş. O yıllarda babam pekmez topraklığı mevkindeki tarlamıza hayvanlarımıza yem olsun diye burçak ekerdi. Bazen de culban (burçağa benzer) ekerdi, 70 kadar da koyunumuz vardı. Bilhassa koyunlar burçak yemeyi çok sever, bilhassa burçak samanı koyunlar için en güzel yiyecekti. Bu burçak yığınında kaybolanları değil ama bir kısım keklik yavrusunu yumurtalarından çıktıktan sonra besleyerek büyütmeye başladım. O sene yazın harmanımız Hasan Ağa Dayım ve Yelken Ağa Dayım ile beraberdi. Onların harman sürmek için atları vardı. Bizim ise bir çift kömüş(manda-camış) öküzümüz vardı. Atlar harman sürerken hızlı oldukları için harmanımızı çabuk olgunlaştırırdık. Şaka olsun diye yaşlı adamlar küçük çocukların avuçlarına harmandan örnek saman koyarlardı. Git filanca komşu amcaya sor bu harman olmuş mu, öğren diye tembihlerlerdi. Tabii bu durum çok komik bir şeydi. Bir avuç samanla harmanın olup olamayacağını hiç kimse bilemezdi, ancak harman yerinde bu bir eğlenceydi. Avuç içinde getirilen saman örneğini kontrol eden, ben bilemedim bir de yan komşuya göster deyip çocuğu gezdirirlerdi. Bir taraftan da bıyık altından kıs kıs gülünürdü. Veyahutta daha bu harman olmamış devam edin sürmeye diye çocuğu geri gönderirlerdi. Aradaki molalarda Necati ağabeyimin atları sulamaya, at sırtında, ayakta, hiçbir yere tutunmadan çay kıyısına gidip gelmelerini hiç unutamam. Bazen harman düvenlerine oturacak insan yeterli olmazdı. O zaman iri bir taş, düven üzerinde bu işi görürdü. Yani düvene ağırlık yaparak düven altındaki çakmak taşlarından keskilerin ekinleri kesmeleri sağlanırdı. Ziya Dayımın böyle bir taşı vardı ve o taşa bir isim vermişti:Fadime. Hatta benim bu keklik yavrularına Ziya Dayım bir kafes yapmıştı. Kafesi harmanın seyvanına (bir çeşit etrafı yeşil çalılarla örülü gölgelik) asardım. Bu seyvana Diyarbakır yöresinde haym denir. Tabi Kürtçe bir kelime, belki de farsça. Almancada heim yurt demek. Böylece Germen dili ile farsçanın veya Kürtçenin akrabalığı ortaya çıkıyor. Gerçi Adana' da da haymatloslar var. Yani vatansızlar. Yakın zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti bu insanlara nüfus cüzdanı dahi vermiyormuş, tabi askerlikte yapmıyorlarmış, herhalde çingene dediğimiz halk. Adana'da Coni Ahmet'in sülalesi bunların en meşhurları.

Gelelim bizim kekliklere. Böylece yumurtalarından çıkan keklik yavrularının bir kısmını burada büyütmeye başladım. Ancak fazla büyüyemeden kayboldular. Yıllar sonra 2006 yılı ağustos ayında Osman Bengi'ye bu durumu anlattım. Olayı hatırlayamadı ancak aynı şeyi daha önce çocukluğunda bir başkası kendisine yaptırmış imiş. Demek ki ben o olayı unutmayıp sana da tavsiye etmişim diye anlattı.

O yıllarda hala düveni tanımayan yerler var derlerdi de inanmazdık. Acaba oralarda harmanlar nasıl sürülüyor diye düşünürdüm. Nihayet yıllar sonra 1990 yılında Batman İli, Kozluk İlçesi, Kaletepe Köyü'nde arkeolojik kazı yaparken dahi insanların harman yerinde hayvanları gezdirerek ekinleri öğüttüğüne şahit oldum. Demek ki bura insanları hala düveni tanımıyorlardı. Her ne kadar düveni tanımasalar da aşağı ovada modern biçer-döverler ve patoz aletleri çalıştıranlar vardı. Teknolojide sıçrama yapmışlardı. Her üç ailenin de ekini çok olmasına rağmen atlar sayesinde harmanımız gecikmezdi. Yani harmanımıza kar yağmazdı. Harmanını zamanında bitiremeyen, harmanı güz'e kalanlar için bu deyim kullanılır. Tabii diğer iki harman ortağımızın atlarına karşı bizim kömüş mallarımız da güçlü ve kuvvetli idi. Kağnılarla çektiğimiz o sap yığınlarını ve o günün harmanı bittikten sonra ortaya çıkan çec'i (yani buğday yığını), bu kuvvetli kömüşlerimizin kağnısı ile evlere taşırdık. çec ne kadar fazla olursa kağnılar o nispette gıcırdardı. Eğer kağnıların mazıları iyi gıcırdamazsa mazılara iyi gıcırdamaları için meşe kömürüne bulanmış tere yağı sürülürdü. Bu kömür tereyağı karışımı bulamaç kağnının mazısında tekerleğin dönme yerinin iç yüzüne iyice yedirilirdi. Şayet çec kağnısı iyi gıcırdarsa o akşam için adamın amma da çeci varmış denilirdi. Bu bir zenginlik alameti idi. Zaten çeci az olanın kağnısı da gıcırdamazdı. Bunlar fakir ve yoksul insanlardı. Bazen kağnı üzerindeki sap yığını da ağır olursa kağnılar iyi gıcırdardı. Bu gıcırtı iyi bir müzik sesi idi. Çıkardığı ses Adeta tek çalgılı bir orkestrayı andırırdı. Kağnı ustaları bu durumu bilirlerdi. Kağnıları yaparken ona göre davranırlardı. Köyümüzde en iyi kağnı yapan Ahmet İyiliksever'di. Biz onu her zaman evinin önünde bir kağnı yaparken görürdük. Hatta şimdi torunu var, dedesinin adını taşıyan Ahmet. Onu görünce hemen dedesinin kağnı yaptığı aklıma geldi. Kendisi dedesini tanımaz, çok önceleri vefat etti. Hemen kendisine dedesinin iyi bir kağnı ustası olduğunu anlattım. Herkes aynı şeyi bana söylüyor demişti.

    İngiliz Devit Frenç 1952 yılından beri Anadolu'da araştırmalar yapmakta ,zaten Ballıca' dan birkaç kişi de bu şahsın motosikletiyle yörede dolaştığını hatırlamaktadır. Bu bilim adamının Roma yolları ve mil taşları ile ilgili bir yayını dahi bulunmaktadır. Hatta o gün bana Amasyalıların çok şanslı insanlar olduklarını,çünkü Helenistik Çağ'da Amasya'nın kendi ismiyle anılan bir takviminin olduğunu bildirdi. Çorum İli Sungurlu İlçesi civarında ele geçen bir mezar taşında “Amasya Takvimi ile ... yılında vefat etmiştir” yazan bir mezar kitabesi okuduğunu söylemiştir. Devit Frenç bir ara Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü'nün de başkanlığını yapmıştır.

Bu tümülüslerden bir diğeri de Geydoğan Köyü'nün doğu yamacında bulunmaktadır. Bu tepenin de adı Kızoğlan Tepesi'dir. 2006 yılında Ayhan Saçıkara cep telefonu ile bu tepenin fotoğrafını çekti. Görüntü adeta bir kartpostalı andırmakta. Ağaçlandırılmış olan bu tepe yani Kızoğlan tepesi,etrafı güvenlik telleriyle çevrilerek korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilmelidir.
    Coğrafi konum itibariyle Antik Roma Yolu üzerinde yer alan Darma (Ballıca) Köyü'nün tarihinin Yontma taş Devri'ne kadar gittiği, Darma Deresi'nin (diğer adı Taşkın Çay)kaynağında yer alan Gerezini Mağarası'nın hemen güney bitişiğinde ikinci bir mağara ağzı daha1970'li yıllardan önce görülmekte idi. Ancak bu mağaranın üst tarafından akan taş ve toprak yığınları bu mağaranın ağzını kapatmış ve insanların bu mağaraya zarar vermesi önlenmiştir.2004 yılında Ahmet Gürer, Aydın Babacan bu mağaraya bir gezi düzenledik. Aslında Aydın Babacan,Amasya'daki bir dernek kanalıyla Karadeniz Belediyeleri Birliği üyelerini, bir proje kapsamında buraya yol açımı için inceleme gezisine getireceğini söylemesi üzerine gitmiştik. Aydın Babacan'ın cep telefonu aydınlatması sayesinde bu mağarayı tekrar gezme ve inceleme imkanı bulduk. Mağara içinde birkaç fotoğraf çekebildik. Bu fotoğraflar Aydın Babacan'ın bilgisayarında kayıtlıdır. Bu mağara içinde yaklaşık 30 metre ilerledikten sonra geniş bir çukura rastlanmaktadır. Bu çukur çoğu zaman su ile dolu olurdu. Çünkü çocukluğumdan beri bu mağaraya en az 10 defa gelmişimdir. Her defasında bu geniş çukuru sudan dolayı geçemez, sağ taraftaki geçitten ilerleyip bir boşluğa geçerdik. Bu boşluktan yaklaşık 3 metre yukarıdaki bir deliğe giremeden geri dönerdik. Ancak bazı kimseler buraya bir merdivenle gelip bu delikten içeri girerek ilerlediklerini söylerler. Zaten buraya kadar gelebilmek için mağaraya mutlaka bir el feneri ile girilmelidir. Bir de ip merdiven olursa bu 3 metre yükseklikteki delikten itibaren mağara içinde ilerlemek mümkün olabilir. Mağara ortasındaki büyük çukurun 2004 yılında suyu çekilmiş idi. Zaten bu mağaranın oluşumu da yukardan gelen su kaynaklarının bu kayaları eritmesi sonucu olduğu düşünülmektedir. Zaten mağara önünden itibaren daha önceki yıllarda suyun kayaları nasıl aşındırdığı geniş kaya oluklarından anlaşılmaktadır. Bu su, Gerezini' nin aşağılarındaki su kaynağından dışarı çıkmaktadır. Bu kaynak, Darma Deresi'ni diğer adıyla Taşkın Çay'ı meydana getirmektedir. Bu Çayın suyu bugün aşağıdaki Tatlıpınar Köyü ve Ballıdere Kasabası'nın Ballıca Mahallesi'nin içme sularını temin ettiği gibi yakın civardaki Ballıdere Kasabası'nın Dereli Mahallesi ile Geydoğan Köyü ve Belevi Kasabası'na da sulama suyu temin etmektedir. Ayrıca bu Taşkın Çay kuzeye doğru akarken Devre ve Güngörmüş (eski adı Kadim köy) köyleri arasında,daha bulanık akan Buladan Çayı ile birleşerek Dutluk Köyü'nde Yeşil ırmak ile birleşir. Buladan Çayı'nın koyu renkli ve bulanık akmasının nedeni dere yatağının ve su kaynağının koyu renkli killi toprak olmasındandır. Zaten 1960'lı yıllardan önce bilhassa yakın çevre insanları bu kil toprağını çamaşır yıkamakta deterjan olarak kullanmakta idi. Hatta o yıllarda sabun köylerde fazla bulunmadığı için insanlar yıkanırken dahi bu kili kullanırlardı. Zaten Yolaçan kili meşhurdu.1960'lı yıllarda Taşova Orta Okulu'nda okurken “seni Yolaçan kili ile yıkarım” sözü espri olarak söylenirdi.

Güngörmüş Köyü'ne gelmeden bu çayın güneyindeki falezlerde (yar) iki adet mağara deliği daha görülmektedir. Biz Ballıcalılar buraya eskiden deliğin önü derdik. Fakat bir gün ben bu mağarayı anlatırken köyümüzün gençlerinden Yusuf İyiliksever,siz çift delikler mağarası'ndan mı bahsediyorsunuz deyince bu ikinci adlandırma benim daha çok hoşuma gitmişti. Demek ki bizden sonra bu mağara, bu isimle anılmaya başlamış diye düşündüm.

Bu çift delikler mağarası'na 1960lı yıllarda hayvanlarımızı otlatırken birkaç defa gitmiştim. Burası Gerezini gibi doğal mağaralardan olmayıp,el ile kazılarak yapılmış ve insanlar tarafından bizzat iskan edilmiş bir mağaradır. Çünkü içine girdiğimizde duvarları düzgün kesilmiş bir koridor ve kuzey kenarında sıra sıra oturma odaları görülmekte idi.l983,2001 ve 2004 yıllarında bu mağarayı gezip incelemek için tekrar tekrar gittim, ancak her defasında ayağımda uygun bir ayakkabı olmadığından , bu çakıllı falezleri aşıp mağaraya ulaşamadım. Ancak en son arkadaşım Hamza Söyler ile birlikte gittiğimizde mağaranın uzaktan,Gavurun Tarla dedikleri mevkiden fotoğraflarını çektim ve arkadaşımın elindeki kaliteli bir dürbünle Çift Delikler Mağarası'nı uzaktan gözlemledim. Fotoğrafta mağaranın bu çift girişi çok açık görülmektedir. Bu mağara ve Gerezini Mağarası,Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gereğince korunması gerekli kültür ve tabiat varlığıdır. Her nasılsa 1978-1985 yılları arasında Amasya Müzesi'nde arkeolog olarak çalışırken bu tescil işini yapamamıştım. Ancak 2003 yılında Tatlıpınar Köyü eski muhtarı Cemal Erkoç ,Amasya Müze Müdürlüğü'ne Gerezini için bir dilekçe ile başvuruda bulunmuş.Ancak Prof. Dr. Mehmet Özsait' in yüzey araştırmaları esnasında Ballıca Köyü Budak Mevki'nin korunması gerekli sit alanı olduğunu yayınlarında belirtmesi üzerine,bu bölgeye gelen TAY (Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri'nin) keşif ekibine bu mağaradan bahsettim. O esnada gidemeyeceklerini ancak mağaranın yerini haritalarına işleyeceklerini belirttiler. Zaten bu mağaraya ulaşabilmeleri için ne vasıtalarına uygun bir yol vardı ne de o esnada hava kararmaya başladığından zamanları da yoktu. Çalışmalarını Ballıca Mahallesi Budak Mevki'ndeki Ömer Azim Güner' in tarlasına yoğunlaştırdılar. Bu çalışma TAY'ın WEB sayfasında şu şekilde yer almaktadır:Arama kriterleri:TAYDB, Amasya sayfasında 16.sırada ,Budak Düz Yerleşme-Taşova-Amasya-Karadeniz olarak belirtilen alana ait üç adet de fotoğraf yerleştirilmiştir. Köy: Ballıdere, Araştırma Yöntemi:Yüzey Araştırması,Dönemi:İTÇ I,İTÇ II,İTÇ III olarak belirtilmiştir.

Bu Düz Yerleşme Yeri :Amasya il sınırları içinde, Ballıca Köyü'nün 1.5 km kadar kuzeydoğusunda Taraklık Mevki'nde Budak adı verilen yerdedir. Yerleşim yeri yanından geçen Taşkın Çayı tarafından büyük çapta tahribata uğratılmıştır. M. Özsait başkanlığındaki ekip tarafından 1994 yılında saptanmıştır. Ekibe göre yüzeyinden İTÇ I-III. evrelere ait çanak çömlek parçaları toplanmıştır. Üzerinde yoğun tarım yapıldığından söz edilmektedir. TAY'ın aynı internet sayfasında, Çakırsu Köyü'nün kuzeyinde Buladan Çayı'nın güney yamaçlarında yer alan Ansar Kalesi'nin ve Belevi İkiztepe I Höyüğü'nün de tescilleri yapılmıştır. Tescil için 27.8.2003 tarihinde ekip ile birlikte Budak diye adlandırılan Çay kıyısı Mevki'ndeki Ömer Azim Güner' in tarlasında yüzey araştırması yaptık. Yüzey araştırması esnasında kırmızı kahve renkli çakmak taşından yapılmış,yontma taş devrine ait olması muhtemel bir taş baltayı ekibe teslim ettik.

Zaten Budak Mevki'nde ele geçen çanak-çömlek parçaları içinde omuzlarında mahmuzların yer aldığı,tutamak yerleri olan,elde yapımı çanak çömlek parçalarının, daha önceki araştırmalardan bildiğime göre neolitik döneme ait olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca höyüğün dere tarafından aşındırıldığı doğu yamacında, kireç taşından ,ortası delik ve kullanılmaktan dolayı deliğinin bir tarafı oldukça aşınmış, ancak kırık parça halinde bir adet tekstil ağırlığı bulunmuştur. Tek bir örnek olmasına rağmen bu da gösteriyor ki neolitik,kalkolitik ve ilk tunç çağında burada yaşayan insanların dokumayı bildikleri anlaşılmaktadır.Şefik Can adlı yazarın Klasik Yunan Mitolojisi adlı,İnkılap ve Aka Kitap evleri-Bahar Matbaası-İst.l970 baskılı kitabında Priapos' u şöyle anlatmaktadır:Bugün bizim Lapseki dediğimiz Lampsakos şehrinin tanrısı. Şarap tanrısı Dionysos ile Aphrodite' in oğlu. Rivayete göre Dionysos,Hind seferinden dönerken Aphrodite onu Anadolu'da karşıladı. Anadolu'nun güzel dağlarında gezdiler,bağlarda dolaştılar. Priapos işte bu sevişmenin neticesi olarak dünyaya geldi. Fakat Hera güzellik tanrıçasının eğlenmesini kıskandı,rahmindeki çocuğu büyü ile çirkin bir yavru haline koydu. Gerçekten Aphrodite, onu doğurduğu zaman yavrusunun çirkinliğinden utandı,onu Lampsakos-Lapseki şehrine gönderdi. Orada büyüttürdü. Lapsekililer, Aphrodite' in çirkin oğlunu tanrılaştırdılar. Bu yüzden Hellespontos şairleri onu Lampsakos tanrısı diye çağırırlar.

Priapos kültü önce Anadolu*da doğmuş,sonra bütün Yunanistan'a ve İtalya'ya yayılmıştır. Birçok yerlerde onun şerefine bayramlar yapılırdı. Bu bayramları bilhassa kadınlar idare ederdi. Önceleri bu tanrı münhasıran toprağın bereketini ve verimliliğini temsil ederdi. Bahçelerin ve bağların koruyucusu sayılırdı. Bu tanrı çobanların ve denizlerin de tanrısı idi. Sürüleri,arıları koruyan o idi. Priapos daima bir eşekle beraber gösterilirdi. Bunun sebebi şu idi:Bir bayram günü Priapos Lotis adındaki periye aşık olmuş,bir gece peri kızını elde edeceği sırada bir eşek anırarak herkesi uyandırmış ve Priapos' un planını altüst etmişti.Bu benim zihnimi yıllardır meşgul etmiştir ve hala da meşgul etmektedir. Önce İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki Priapos adlı kitabı okuduğumda; Çanakkale'ye bağlı Biga ve Karabiga civarında krallık yapan Priapos' un Büyük İskender' e bir savaşta yenildiğini ve Büyük İskender tarafından memleketinden kovulduğunu okudum. Demek ki diye düşündüm; savaşta yenilen Kral Priapos taraftarlarıyla birlikte belki deniz yoluyla Pontus Bölgesi'ne geldi. Karadeniz'in iç bölgelerine doğru yerleştiler.Priapos adlı kral öldükten sonra tanrılaşıyor,çoğu kral gibi,bu kült'e inananlar onun heykelciklerini,hamamlarda tedavi olduktan sonra adak olarak bırakıyorlardı. Zaten köyümüzün eski adı olan Darma' nın etimolojisine bakacak olursak bazı tespitler yapabiliriz: 29.4.1997 günü İstanbul'daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nde Prof. Dr. Pierre Aupert' in “Roma Hamam Mimarlığı ve Taşıdığı Anlam” başlığı altında bir konuşma dinledim. Bordeaux-CNRS mensubu olan araştırmacının , Kıbrıs'ta arkeolojik kazılar yaptığını ve konuşmanın bir tercüman vasıtası ile tercümesini dinledim.

Bu konuşmada “Romalılar nereye bir hamam inşa etseler o yerin adını therma koymuşlardır” diye ileri sürüldü. Darma yazısında Kirenlik (kızılcık) mevkinde bir tarlamız mevcut. Eskiden beri babam her zaman bu tarlada hamam kalıntıları var diye söylerdi. Çünkü tarlada çift sürerken çok büyük ve kalın tuğla parçaları ile birlikte kül yığınlarının da ortaya çıktığını görürdüm. Hatta bu araziden kanalizasyon boruları geçirildi. Açılan hafriyat toprağında bol miktarda bu tuğlalardan,bilhassa Bizans Dönemi çanak çömlek parçalarından ve cam şişe parçalarından bugün dahi görülmektedir. Bu alanın yakınından geçen tarla yolu içindeki oldukça geniş ve taşlarla örülmüş duvar parçası bugün bile görülmektedir. Daha güneyde babamın Niyazi Bayraktar'a sattığı koru'nun içine yapılan ev inşaatının kazısı esnasında sıra sıra dizili 10 kadar pithos' un (büyük erzak küpü) ise karın kısımlarından alt tarafları ancak durmakta idi. Bu erzak küplerinden iki adedini Dere mevkinde ortaya çıkaran Tatlıpınar'lı bir şahıs (Osman Erkoç) 1981 yılında Amasya Müzesi'ne teslim etmişti. Hatta daha yukarı kesimde Ementaş mevkinde Halil Söyler' e ait tarlada çıkan üç adet erzak küpünden,bir adedi Tatlıpınar Köyü'nde emekli Ahmet Hoca'nın merdivenine yerleştirilmiş,iki adedi de bugün için hala tarlada ağız kısımları dışarda,ancak gövdeleri toprağa gömülü olarak durmaktadır. Bir adedinin kırılmış olan kapağının üzerinde haç işlenmiştir. Aynı erzak küplerinin benzeri bugün Muhtar'ın evinin önünü süslemektedir. Zaten bu alan yoğun Bizans seramik parçaları ve ile kaplıdır.2005 yılı ağustos ayında Amasya Müzesi Müdür Vekili Celal Özdemir' e durumu anlattım. İnşallah bir gün ilgi duyarlar.Dere kışla mevkinin daha üst kesimlerinde,bugün için Ballıcalı'ların mesire yeri olarak kullandıkları Suyun gözü mevkinden de bahsetmeden geçemeyeceğim.Bu alanın etrafı küçüklü büyüklü taşlarla örülmüş duvarlarla çevrilidir. Bu duvarları tarla sahibi Hasan Dülger'in ördüğü söylenir. Ancak bu muazzam duvarların bir kişi tarafından ömür boyu çalışılmış olsa dahi örülemeyeceğini her insan anlayabilir. Zaten sonradan örülen duvarlarla ilk orijinal duvarlar belli olmaktadır. Çünkü eski duvarların üzerinde yüzyılların oluşumu yosun birikintileri mevcuttur. Bu kalın duvarların bazı yerlerinde,ana kayaların da bulunduğu alanlarda mağara benzeri boşluklar mevcuttur. Zaten ortadaki çeşmenin bulunduğu alanda görülen yoğun çanak çömlek parçaları, bu alanın çok eskiden beri iskan yeri olduğuna işaret etmektedir. Ancak seramik parçaları Helenistik,Roma ve Bizans Dönemi'ne işaret etmektedir. Burası bu dönemlerde iskan görmüş olabilir, fakat tarafımca burası bir Kale yerleşmesi ve Hitit veya yazar Bilge Umar'ın Türkiye'deki Tarihsel Yer Adları isimli kitabında yazdığı gibi bir Pala yerleşmesi olabilir.

İnkılap Kitap evi tarafından 1993-İstanbul baskılı bu kitapta yazar:Türkiye'nin tarihsel coğrafyası ve tarihsel adları üzerine alfabetik düzende bir inceleme yapmıştır. Sayfa 205 de DARMA. Bakınız Palalke demektedir. Peutinger Tablosu'na göre,Amasya-Niksar yolu üzerinde,Amasya'dan 15 mil uzaklıkta bir kasaba. Bu yerleşme bugünkü Baraklı Köyü'nde olmasa bile onun çok yakının da olmalıdır.1973 Amasya İl Yıllığı'nda bugünkü Ballıca Köyü'nün adı Darma idi diye yazmaktadır.

PALA. Hitit devletinin bağımlı il'i durumundaki bir Anadolu bölgesi. Hayri Ertem (Hitit devletinin iki eyaleti:Pala- Tummana. DTCF yayını,Ankara 1980) bölgeyi Amasya ile Taşköprü arasında orta yere,Vezirköprü-Osmancık dolaylarına yerleştiriyor. Pala adıyla,Helen ağzında Paphlagon biçimine bürünmüş,adın aslı arasında bağlantı bulunduğunu ve Pala'nın daha doğru biçiminin Pauwala olabileceğini düşünüyorum demektedir. Bakınız. Paphlagonya.

Pala,ülkenin adıdır,halkına Hititler, Pala-umna,Pala insanı diyorlardı ve bu halkın dilini Palaumnili diye anıyorlardı (Sturtevant,s.133).

Bilge Umar kitabında Palalke yani eski Darma Köyü'nü Afrodit tapınağının bulunduğu yer olarak tanıtmaktadır. Zaten Afrodit su köpüğünden doğmuş bir tanrıça olup,genellikle su kaynaklarının bulunduğu yerlerde bu inanca rastlanmaktadır.1968 yılında köyümüzden Ahmet Önder (yelken dayı) beni Kara cevizin Önü mevkine götürdü. Tarlasının kenarındaki taş yığınlarının arasında bana 50x60 cm ebadında bir taş levha gösterdi. Taş levhanın bir yüzünde çıplak bir erkek resmi kazılarak işlenmişti. Üslup itibariyle eski Yunan heykellerini andırıyordu. Heykel elindeki disk'i atar vaziyette işlenmişti. Ben o yıllarda Ankara DTCF Antropoloji Bölümü Prehistorya Kürsüsü'nde 1.sınıf öğrencisiydim. Bu taşı kürsü profesörüm Kılıç Kökten'e götürdüm. Hiçbir fikir beyan etmedi,zaten branşı değildi. Bu beyaz renkli kalker taşını odasına bırakmasını söyledi. Belki hala oradadır. Bu taş üzerindeki resim bana bu alanda bir eski Yunan gimnazyumunun (spor ve öğretim yapılan hamamlar) bulunabileceğini düşündürmektedir. Zaten bu alanın etrafı kalın duvarlarla çevrili olduğu ,yol içindeki duvar kalıntısından anlaşılmaktadır. Bu alana bugün insanlar taş bahçe demektedirler. Sanki etrafı taş duvarlarla çevrili bir yerleşim alanı. Yakınındaki kendi tarlamız da bir hamam yeri olduğundan,Romalılar zaten genellikle Helenistik yerleşim alanları üzerine yerleştiklerinden,nereye bir Roma hamamı yaptılarsa oranın adını terma olarak adlandırdıklarını yayınlardan biliyoruz. Roma Dönemi'nde Terma olan yerleşim yeri zamanla değişikliğe uğrayarak Türk'lerin dilinde Darma olarak değişikliğe uğramıştır diye düşünmekteyim. Bilge Umar Darma'nın eski adının yani Hititler zamanındaki adının Palalke olabileceğini belirtmiş,ancak Hititlerden sonra,Romalılardan önce Helenistik Çağ'da köyümüzün adı ne idi .Köyün girişinde Kiraz köprü diye bir mevki var. Karşısında Kara kiraz mevki var. Daha yukarda ormanın eteğinde sadırlık mevki var. Burhan Toprak Anadolu Uygarlıkları adlı kitabında sadır kelimesinin sidar yani kiraz kelimesinden geldiğini yazıyor. Zaten Darma kirazı çevrede bugün bile çok meşhur. En güzel kiraz çevrede Darma kirazı veya Darma Deresi kirazı olarak bilinir. Amasya 12 Haziran Festivalin'de meyve yarışı yapılırken Darma kirazı her zaman birincilik alırdı. Helenistik Çağ'da Darma'

nın adı Kirazlık anlamına gelen Kolea olmalıdır. Çünkü Amasyalı meşhur seyyah Coğrafyacı Strabon eserinde ki haritaya Darma'nın olduğu yeri Kolea olarak işaret etmiş. Ancak Strabon' un eserinin son baskısında bu harita mevcut değil. Adnan Pekman'ın tercüme ettiği önceki baskılarında Kolea görülmekte idi. İzmir'de Kolea diye bilinen antik bir yerleşim yeri mevcut. Bugün için burası Kiraz İlçesi'dir. Demek ki antik Yunan'da Kolea' nın karşılığı Kirazlık olmalıdır. Köyümüzün adı da Helenistik Çağ'da Kolea olduğu,Amasyalı Coğrafyacı Strabon tarafından bildirilmektedir.

Demek ki bugünkü Ballıca,Hititler zamanında Palalke, Helenistik Çağ'da Kolea (yani Kirazlık),Roma Döneminde Terma,sonradan Türkler bu adı Darma'ya dönüştürmüşler.1960 yılı ihtilalinden sonra Ballıca olarak devam etmektedir.

Bugün Dereli Köyü'nün Canikli mevkinde muhteşem duvar kalıntıları mevcuttur. Yöre insanları buranın eski Canikli Şehri'nin kalıntıları olduğunu söyler. 2005 yılında burada bir gezinti yaptım. Bu muazzam duvarlarla çevrili yapının Bizans Dönemine ait bir askeri kışla binası olabileceğini düşünmekteyim.Yakındaki Elmakırı Köyü'nde yakın zamana kadar mevcut olan zeytinlikler düşünüldüğünde bu taşların zeytin yağı elde etmek için kullanılan pres taşları olduğu sanılmaktadır. Belki de şarap elde etmek için üzüm sıkma taşlarıydı.Daha önceki yıllarda Atatürk Üniversitesi'nden Doçent Dr. Adnan Diler' le Marmaris yöresindeki zeytinyağı presleri ile ilgili araştırmasında Kültür Bakanlığı temsilcisi olarak görev yapmıştım. Bu tip taşlara ait biraz bilgi edinmiştim.Bu taşın yanında bulunan breş taşından Bizans Dönemine ait mimari parçanın bir yüzündeki Hristiyan haçı sonradan kazınarak silinmeye çalışılmıştır. Herhalde cami inşaatında kullanmak isteyen sofu bir zat tarafından bu haç kazınmış olsa gerektir. Halbuki İslamiyette bu tip Hristiyanlık dönemi veya daha önceki putperestlik dönemine ait taşlar İslam mimarisinde büyük bir hoşgörü örneği olarak kullanılmıştır. Bunun en açık örneği Amasya'daki Hilafet Gazi Türbesinde kullanılan Hilafet Gazi'nin mezarı olarak kullanılmış olan bir Bizans lahdidir. Bugün bile bu lahit türbenin içinde bulunmaktadır. İslamiyet ilk çıkışında daha hoşgörü dini olarak benimsenmiştir. Zamanımızda bile diğer dinlere ait sanat eserlerine hoşgörü gösterilmiyor. Afganistan' da Bamian'daki Budist heykellerinin Taliban örgütü üyelerince kırıldığı basında açıklanmıştır.

 
  BU SİTE 71291 ziyaretçi (148352 klik) KİŞİ TARAFINDAN ZİYARET EDİLMİŞTİR  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol